“Bir uygarlığın seviyesini ölçmek isterseniz, derhal kadının hayat şartlarına bakın.” John Stuart Mill
Bu soruya gönül ister ki çok kısa ve çözümü olan bir yanıt verelim; ancak bu mümkün değil. Çünkü şiddet olgusu; fiziksel, sözel, ekonomik, cinsel, duygusal vb. gibi çeşitli olmakla birlikte bireysel, toplumsal, ekonomik, siyasal, kültürel, biyolojik boyutları içeriyor.
Şiddeti hayatımızın bir parçasıymış gibi her yerde görüyoruz. Evde, işyerinde, okulda, sokakta, TV dizilerinde, filmlerde hatta oyunlarda dahi şiddet içerikler mevcut. Şiddet dendiğinde de genellikle ilk aklımıza gelen kadına şiddettir. Oysa günümüzde şiddetin her çeşidini sosyal medya ve gazetelerde görüyoruz. Kadın-erkek, çocuk, azımsanmayacak derecede hayvanlara uygulanan şiddet olayları da ortada…
Bunu biz sosyolojik disiplin açıdan değerlendirecek olursak Sosyolojik yaklaşım; şiddetin kaynağını sosyo-kültürel çevre faktörlerinde görmektedir. Bu teoriye göre kadın ve erkek arasındaki güç farklılığı ve eşitsizliği, kadına yönelik şiddetin sürekliliğini sağlamaktadır. Ülkemizde kadınlar sosyalleşme süreci içinde erkeğin egemenliğini kabul etmeyi, erkekler ise kadının hayatını yönetebilme ve kontrol etme hakkına sahip olduklarını öğrenirler. Kadınlar da ilişkilerinde yanlış gidişatın sorumlusu olarak kendilerini görerek büyürler.
Sosyologlar, şiddetin kaynağı olarak çevre faktörlerini ve toplumsal yapıyı ileri sürerler. Şiddet, bir ceza yöntemi olarak kullanıldığı gibi, ayrıca üstünlük ve otorite göstergesi olarak da kullanılmaktadır. Hiçbir toplumsal olay kendiliğinden veya tek bir itici faktör neticesinde gerçekleşmez. Aile içi şiddet, bir sosyal sistem problemidir. Aile içi iletişimsizlik ve ilişkilerdeki başarısızlık, şiddeti doğurur. Erkek, istekleri karşılanmadığında veya otoritesinin tehlikeye girdiğini düşündüğünde, konumunu kaybetmemek, gücünü ispatlamak için şiddete başvurur. Kadının nesneleştirilmesi, erkeğin malı olarak görülmesi, kadına yönelik şiddetin temelini oluşturmaktadır. Aile içinde ya da dışında yaşanan şiddetin her türü insanı yaralayan, izler bırakan bir hak ihlalidir.
Çocuklukta kızlara hanım hanımcık olma, uyumlu olma, dik başlı olmama öğretilirken erkek çocuklarına kavgada dayak yiyen taraf olmama (sen de ona vur, o bir vurursa sen iki vur gibi), üstün olma öğretilir. Böylece erkek çocuk ezilmemek- altta kalmamak- için şiddetin gerekli olduğunu öğrenir.
Aile içinde kadına yönelik şiddetin ortaya çıkmasına etki eden sebeplerin başında göç, yoksulluk, medya, alkol ve diğer zararlı madde kullanımları, stres, saldırganlık, yanlış ilişkiler, aile içindeki huzursuzluklar gelmektedir. Şiddet, sosyal bir olgu olup, sosyokültürel yapıya ve zamana göre değişiklik göstermektedir. Ayrıca bu gibi ortamlarda büyüyen çocuklarda, sosyalleşme sürecinde şiddeti kendiliğinden öğrenmektedirler. Şiddetin otorite ile paralellik gösterdiği belirtilmektedir. Çünkü büyüğün küçüğe, güçlünün zayıfa hükmetmesi daha kolaydır.
Şiddet olaylarının çözümünde yerel kuruluşlar, STK’lar, halk eğitim merkezleri ve sağlık ocakları gibi bireylerin yaşam alanlarına çok yakın birimlere önemli görevler düşmektedir. Bu kuruluşlar aracılığıyla kadınlara ulaşmak daha kolay olacaktır. Medyanın etkisi göz önüne alınarak medya aracılığı ile bu çalışmalar topluma aktarılmalıdır.
Sonuç olarak kadına karşı şiddet bir insan hakkı ihlalidir. Şiddetin varlığından daha ciddi olan tehdit, şiddeti sürdüren nedenlerdir. Bu nedenlerin ortadan kaldırılabilmesi, farkındalığın arttırılması ve kurumların işbirliği içinde ortak amaç çerçevesinde çalışabilmesine ve toplumda bu konuda duyarlılığın oluşmasına bağlıdır. Ülkemiz dahil birçok ülkede, çok geç kalınmış önlemlerin bir an önce alınması gerekmektedir. Böylece daha fazla kadının, çocuğun hatta hayvanın şiddete maruz kalması ve/veya ölmesi engellenmiş olacaktır.
"Ey kahraman Türk kadını, sen yerde sürüklenmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın." M. Kemal Atatürk
Çok güzel özetlemişsin canım içimizden geçenleri eline yüreğine sağlık
Teşekkür ederim canım.