‘’Kötülerin kaybetmediği bir ülke, çocuklarına ahlakı öğretemez.’’
Her köşe yazısında aktif gündeme aldığım, belli bir süredir düzenli periyotlar halinde yazıyor olmama rağmen asla değişip dönüşmeyen şeyler var. Ülkemizin gündemi gibi. Buruk, kırık, kırgın, ayrıştırılmış, incinmiş, incitilmiş, umudunu kaybetmiş. Yanıyoruz, yakıyoruz, ölüyoruz, öldürülüyoruz, fikirlerimiz yüzünden yargılanıyoruz ya da yargılıyoruz. Kısır bir döngünün esiri olmuş durumdayız. Bu sarmaldan çıkamıyoruz. Hak, hukuk, adalet, eşitlik içi boş birer kavramdan ibaret artık. Sistematik bir biçimde duyarsızlaştırılıyoruz. İnançlarımız, inandıklarımız perdenin arkasında kalıyor. Maddi çıkarlar, sağlanacak fayda, alacağımız haz belirliyor ahlaki değerlerimizi ya da olaylara karşı tutumumuzu. Adalete bizden birinin hiç ihtiyacı olmayacak gibi yaşıyoruz. Başka insanların yaşadığı acı, haksızlık, kayıplar bize hiç uğramayacak bir ihtimali izler gibi kayıtsız, duygudaşlık kurmadan izliyoruz. Nasıl bu kadar emin olabiliriz ki?
Bugün yangınlarla boğuşurken, yarın tedbirsizliğimizden kaynaklı başka bir felaketin yıkıcı etkisiyle depremle, selle ya da bambaşka bir felaketle sarsılacağız. Bugün insanlar bağımlılıkların pençesinde kıvranırken, yarın başka bir nesil kaybolup gidecek. Bugün hukuksuzluklar karşısında sessiz kalırken, yarın hepimiz aynı karanlığın içinde bulacağız kendimizi.
Bir ülkenin ömrü, o ülkede yaşayan insanların vicdanları kadardır.
Nereye gidiyoruz? Nasıl gidiyoruz? Ne yapacağız? Yaşadığımız kainat cehenneme dönüşürse sahip olduğumuz her şey neye yarar ki?
Son zamanlarda yine gündeme gelen konulardan biri de sanal bağımlılıklar. Sadece karşı tarafa, taraflara yapılan bir suçlama hiçbir çözüm üretemez. Bağımlılıkların hepsi başlı başına; ekonomiden tut bireyin mental sağlığıyla, eğitim seviyesinden tut demografik özelliklerle iç içe geçmiş durumda. Olguya tek bir boyuttan bakmak, karşı tarafı suçlamaktan başka bir işe yaramayacak.
Her insan elbette bağlanmak ister, var olmak ister. Bir dine, bir inanca, bir fikre, bir düşünceye veyahut bir amaca... Bağlılık duygusuna elbette ihtiyaç duyar insan. Bu her insanın fıtratına özgüdür, yaşamın özüdür. Çünkü insanlar bağlılık duymazsa içinde kocaman bir boşluk oluşur o boşlukla yaşamak, yüzleşmek zordur. İnsan ait hissetmek ister, bütünüyle bir yere.
Bir bebek içgüdüsel olarak doğar, o doğduğu ilk andan itibaren ebeveynine ona temel bakım sağlayan kişiye bağımlıdır sonrasında bu basit duygularla doğup büyürken yetişkinliğe eriştikçe ruhu da olgunlaşır, başkalaşır. Bu bağlanma fıtratı süreç içerisinde yaşadıkları ve onu var eden her şeyle bambaşka şekillere evirilebilir. Bu evrim bazen bir sıçramaya, bazen ruhun çöküşüne sebep olabilir.
Peki, biz neden bu kadar çöküşe yakınız? Neden birbirimize tutunmak yerine, birbirimizi itiyoruz? Neden öfkeliyiz ve hep suçlu olarak başkalarını arıyoruz?
Belki de cevap, hepimizin içinde. Belki de bu karanlık tünelden çıkmanın tek yolu, önce kendi içimizdeki yangınları söndürmekten geçiyor.
Çünkü bir ülkenin ruhu, ancak adaletle, eşitlikle ve vicdanla ayakta kalabilir.
Velhasıl kelam son sözümüz, umutla bitmeli. Çünkü umut, her şeyin başlangıcıdır. "Gecenin en karanlık olduğu an, şafağın en yakın olduğu andır."