Frans de Waal Empati Çağı kitabında şöyle yazar: “Bencil güdülere ve piyasa güçlerine dayalı bir toplum zenginlik üretebilir, ama hayatı daha değerli kılacak birliği ve karşılıklı güveni kesinlikle üretemez. Bu yüzden, mutluluğun ölçüldüğü araştırmalarda ilk sıralara en zengin ülkeler değil, vatandaşların birbirine en fazla güvendiği ülkeler bulunuyor.’’
Şimdi dönelim içinde bulunduğumuz çağa ve kendi toplum yapımıza. İncelediğimizde ortaya çıkacak sonuçlar bizi çok rahatsız edecektir elbette. Ama insanı harekete geçiren temelde o hissettiği rahatsızlık değil midir? Burada işler tam tersinde ilerliyor gibi. En harekete geçmemiz gereken zamanda yere çakılmış gibi duruyor ve sadece bakıyoruz. Görmeyi gözlerin sağladığını sandığımız, gönlümüzün gözünü kapadığımız bir çağ bu. Ne kadar da işitmez olduk başka acıları, nasıl da merhem elimizdeyken karşımızdakinin gözüne sokarcasına yardım etmedik ona. Merhemi oluyormuş gibi gösterip daha da kanatmadık mı yaraları?
Gelelim sahte duyarlılık meselesine; konuşurken mangalda kül bırakmadığımız, yanınızdayız dediğimiz acılara nasıl döndük sırtımızı? Destekmişiz gibi gösterip, hep kendimizi avutmadık mı?
Sahi bir düşünsenize sosyal medya hesaplarında paylaşımlar yapıp, sayısız etiket yapmaktan öteye ne zaman gittik?
Gerçek bir yaraya merhem olmak için ne yaptık? Ama bir şeyler yapmaya ne gerek vardı ki? Yaptık zannettik geçti gitti.
Sizi siz yapan söyledikleriniz değil, uygulamaya geçebildiklerinizdir.
Sadece pandemi dönemiyle sınırlı kalmadı bu gelip geçmeler, sahte duyarlılık göstermeler... Televizyonda izledik, dizileri kaçırmadık, müptelası olduk haberlerin. Telefonlar, tabletler, bilgisayarlar düşmedi elimizden. İçinde kaybolduğumuz suni bir dünyayı gerçek dünyaya tereddütsüz tercih ettik. Uygulamalara gelen sözleşme kadar konuşmadık her gün ölen canlıları. Konuştuysak da hep vicdanımızı bastırmak için konuştuk. Konuşurken de yüreğimizin ağusu dilimize sirayet etmişçesine konuştuk. Merhem olarak kullanmak yerine kelimelerimizi silah olarak kullandık.
Binlerce mum, tek bir mum ışığıyla yanabilirdi hâlbuki ve o mumun ömründen hiçbir şey götürmezdi.
Aydınlanmaz karanlıklar, çözülmez bu sorun dediğimiz her yargının çözümüydü. Her canlının, ışık aradığı bu çağda biz ebedi bir karanlık yarattık.
Hayatın anlamını bilmek istiyorsanız, amacınıza bakmalısınız. Asıl sır, en kuytu dediğin köşede; sende saklı. Ne mutludur ki o sırrı keşfedene…
Dönüp baktığımızda sadece duyduklarımızla yaşayan yüreğini duymaya sağır bireyler hâline geldik. Duyduklarımızın gerçeklik payını bir an bile düşünmeden içselleştirdik. Derin yaraların ne kadar dilsiz olduğunu bildiğimiz hâlde bütün acılar üzerine konuştuk. Bilginin yolunda yürümeyi unuttuk. Bilmeden, anlamadan, o kişi olmadan sadece paylaşmak ya da konuşmak yeterli sandık.
Velhasıl kelam, duyduğunuz her şey sırf duyduğunuz için öyle olacak diye bir kaide yok. Duyduğunuz şeylere ne kadar çok kişi inanıyorsa inansın, körü körüne o fikre inanmayın. İlla kitaplarda yazdığı için, tecrübeli insanlar söylediği için veyahut gelenek, görenekleriniz bunu gerektirdiği için inanmayın. Sorgulayın ve okuyun. Düşündüğünüz şeyin sebeplerini araştırın. Sonuçlarıyla ilgili kafa yürütün. Deneyimlemekten korkmayın. Deneyimlerinizle öğrenin.
Ne demiş Mevlana; “Her insan bir yağmur tanesi gibidir. Kimi çamura, kimi gül yaprağına düşer.”
Çamura düşmeden bir ömür geçirmek ümidiyle…