Uzun süredir ekonomik kavramlar, analizler ne denli lügatimize girdi. Her ortamda, sosyal medya mecralarında, ekranlarda adeta her yerde, herkes, her an İktisatçı şeklinde karşımıza çıkabiliyor. Ekonomi bilimi bu senenin son zamanlarında ayrı bir değer kazandı. Herkes her olguda olduğu gibi bunu da kendi penceresinden değerlendirdi. Diğer pencerelere bakmak insan zihni ve ruhu için yorucu olabiliyor çünkü.
Her kavramı, her değerlendirmeyi işittik hatta bazen o kadar çok işittik ki kulaklarımız sağır oldu. Yeni düzenlemeler, farklı iddialar, hatta dış güçler… Güzel memleketimin asırlardır içerisinden çıkamadığı bir silsile adeta.
Döviz kuru her şeyin fiyatını etkiledi elbette ama fiyattan öte sanki insani duyguları daha derinden etkiledi.
Mesela SMA’lı bebeklerin döviz kurundan ne denli etkilendiği hiç aklımıza geldi mi? Ya da bu değirmenin kimimizi nasıl öğüteceği? Maddi kaybettiklerimiz, manevi kaybettiklerimizin ötesinde mi kaldı yoksa gerisinde mi?
İp üzerinde yürümek kadar hassas bir konuya değindiğimi biliyorum. Değişen kura dair yaptığımız beyin jimnastiğini gündelik hayatımızda yapıyor olsak şimdiye belki muasır medeniyetler seviyesine erişmiştik.
Şimdi gelelim asıl bahsetmek istediğim konuya, geçen günlerde ekranda bir konuşması ile karşıma çıkan Hacer Foggo ve beni (derinden) etkileyen derin yoksulluk kavramı.
"Derin Yoksulluk" bireylerin açlık sınırı altında olup en temel haklarına dahi erişemediği sosyal dışlanma ve ayrımcılığın sebep ve sonuç olduğu bir yoksulluk halidir.
Belki de pandemiyle birlikte hayatımızın içerisine çok daha girmiş ve bundan sonra da hüküm sürmeye devam edecek bir kavram.
Derin Yoksulluk Ağı kurucusu Hacer Foggo’nun ekranlarda verdiği demeçlerde özellikle birkaç tanesi var ki insanın boğazını düğümlüyor.
"Çocuğum yemek istiyor, oyuncak değil" diyen anneler var.
Foggo, 'derin yoksulluk' kavramını 'çocuklara bırakılacak tek şeyin yoksulluk olması' şeklinde özetledi.
‘’Bu insanlar bir hiç. Hiç yani."
"Yetersiz beslenme nedeniyle çocuklarda bodurluk oranı artıyor.’’
Benim daha fazla başlık yazmaya yüreğim dayanmadı…
Bu başlıkların hepsinin tek bir çatı altında toplandığı, yeryüzünde gerçeğin tokadı diye nitelendirebileceğim bir de hikâye var aslında; ‘’Hikâyenin Yok Hali’’ bu isimle arattığınız zaman okumak isteyenler için karşınıza tüm açıklığıyla çıkacaktır. Sayfa sayısı kısa olmasına rağmen benim için dünyanın en zor okunan ve en uzun hikayesiydi diyebilirim. Her okumadan sonra soluklanmak için uzunca bir zamana ihtiyaç duyuyorsunuz. Omuzlarınıza asrın yükü çöküyor. Farkındalık sahibi olmanın bedeli de diyebilirsiniz hissettiklerinize, lakin bu hikâyeyi ideolojisi, ırkı, cinsiyeti fark etmeksizin herkes sonuna kadar mutlaka okumalı.
Gerçekleri güneşe benzetilir aslında doğrudur, gözlerimizi yakar korkusu ile çok defa bakamayız ama onlardan kaçamayız da orada yazan gerçekler gönüllerimizi yakacak ki yakmalı da.
Nazım’ın dizeleriyle;
Ben yanmasam
Sen yanmasan
Biz yanmasak
Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?
O yüzden yüzleşmek, kabullenmek yapılması gereken en elzem meseledir. Gerçekleri bilip ona göre hareket edersek vicdanımıza verecek olduğumuz hesaptan bir nebze olsa da kurtuluruz.
Yoksulun sırtından doyan doyana, doyan doyana
Bunu gören yürek nasıl dayana?
Dayanışma ile…