“Gösteri her şeyi dönüştürür; gerçek bile sahneye çıkar.”
Sosyal medya kültürü, marka-insan ilişkisi, politik manipülasyon gibi çağdaş olguları ele alan; gösteri kuramının kurucusu Fransız düşünür, yazar Guy Debord’a göre göre çağdaş toplum, gerçekliğin yerini görüntülerin ve temsillerin aldığı bir “gösteri, performans, seyir” alanına dönüşmüştür. Gösteri tüm yaşam dinamiklerinin, duyguların, acıların, sevinçlerin ve hatta kayıpların bile ‘’seyredilen’’ bir hale gelmesidir. Birey kendisiyle değil nasıl algılandığıyla yaşar. Görün(tülen)en, hakikatin önüne geçer.
Günümüz insanı mutluluk, başarı, -en kalıplarına sıkışmış hamster çarkı gibi bir sürecin içerisindedir. Tıklanma, beğeni, takipçi, canlı yayınlar, katılımcılar sayılardan çok daha fazlası. Kusursuzluk ve başarı öznesine dönüşüm. Gönüllüsü olduğumuz aşırı üretim ve aşırı kendilik teşhiri. Fazlası hep daha fazlası, ta ki her şeyi tüketene kadar.
Paylaşılabilen anlar, paylaşılabilen fotoğraflar, paylaşılabilen duygular. Yaşanandan, hissedilenden çok ve hep paylaşılan. Anın kıymetini kaybettiren, bir manzaranın seyir zevkini ve kıymetini gölgeleyen… Tatillerimiz, sosyalleştiğimiz anlar, aktivitelerimiz, ilişkilerimiz, ayrılıklarımız, düğünlerimiz, bayramlarımız, toplumsal yapımızla, yaşamımızla iç içe geçmiş olan her kavram ve durum sosyal vitrinler artık. Her birimiz o vitrinlerdeki birer askı kadar somut ve cansızız. Yaşadıklarımız keşfete düşmüyorsa hiçbir kıymeti ve hikmeti yok artık.
Ebeveyn olmaktan çok iyi ebeveyn görünmek, insan olmaktan çok en iyi, en aşık, en başarılı, en mutlu, en güzel/yakışıklı görünmek, dayatılan sonsuz ve kusursuz performans zorunluluğuna rağmen tükenmemiş görünmek, olduğumuz kişi gibi görünmekten kaygı duyup, ‘’görünmek istediğimiz kişi’’ gibi görünmek.
Performans çağı, gösteri toplumu bireyin kendi kendini sömürdüğü-tükettiği yeni bir gönüllü kölelik biçimidir. Medya, kitle iletişim araçları, reklamlar ve tüm sosyal mecralar bu sistemin hizmetkarları ya da üreticileridir.
Hakikate açılan kapı ise benliğini tanıma, yavaşlık, yüzleşme ve tüm duygulara, insanca kırılganlığa alan açmaktan geçer.
We Are Social (2024) verilerine göre Türkiye’de sosyal medya kullanıcılarının günde ortalama 3 saat 4 dakika ekran başında geçirdiği tespit edilmiş. Bu süre, yüz yüze iletişime, içe bakışa, sessizliğe değil; çoğunlukla kendini kanıtlamaya, varlığını ispat etmeye harcanıyor. Zira artık görülmeyen kişi değil, “görülmeyen yok” sayılan kişi olma korkusu belirliyor davranışları.
Harvard Üniversitesi’nin 2023’te yayımladığı bir araştırmada, sürekli sosyal medya kullanan bireylerin kendilik algısında bozulma, odaklanma sorunları ve artan narsisistik eğilimler gösterdiği ortaya koyuldu. Yani yalnızca fiziksel değil, psikolojik bir tükenmişlik de gösteri çağının ürünü.
Gösterinin en parlak sahneleri bazen en büyük yoksunlukları örter. Tükenmiş bir ruh, filtreli bir gülüşün ardında; derin bir yalnızlık, kalabalık bir etkileşimin tam ortasında gizlenebilir. Bu çağda artık “varım” demek için hissetmek, düşünmek, üretmek yetmiyor; seyredilmek gerekiyor.
Ancak görünmek yerine bağ kurmak, onay almak yerine duyulmak, başarmak yerine yaşamak hâlâ mümkün. Alman filozof Byung-Chul Han’ın çağrısıyla:
“İnsan, kendi zamanına karşı yavaşlayarak direnebilir. Yavaşlık bir direniş biçimidir.”
Kendimizden uzaklaştığımız bu vitrinler çağında, belki de en radikal eylem artık görünmemeyi göze alabilmek. Filtrelenmemiş bir cümle kurmak, paylaşılmamış bir anın içinde sessizce gülümsemek, sadece başka bir acı için ağlayabilmek… Çünkü bazen görünmemek değil, görünmeye mecbur kalmak yorar insanı en çok.
Her şeyin performansa dönüştüğü bu çağda, hakiki olana sahip çıkmak devrimdir. Ve hakikat, kalabalığın gürültüsünde değil; iç sesin yalnız fısıltısında saklıdır. Belki de artık vitrinleri değil, kalbimizin içini, ruhumuzu aydınlatmalıyız.
“Kendin olma cesaretin varsa, dünya seni alkışlamasa da sen kendine sahip çıkarsın.”