“Seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada, kendin olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş bir başladı mı, artık hiç bitmez.”
Kaçımız gerçekten kendi hayatını yaşıyor? Kendi kararlarımızla günümüzü şekillendiriyoruz? Ve kaçımız sadece başkalarının kurduğu sistemlere, beklentilere, öğretilere uyum sağlayarak “mış gibi” yaşıyoruz? Ya da şöyle sorayım: Kaçımız, başkalarının kurduğu/kurguladığı bir hayatı sürdürürken, kendi hayatını yaşadığını sanıyor?Toplum olarak artık bir “Kendi Hayatını Yaşamayanlar Kulübü”nün daimi üyeleri gibiyiz. İçimizde kopan fırtınalarla dışarıda sergilediğimiz duygular arasında derin bir uçurum var. Hele ki genel bağlamda bizden rengimizi çalmaya çalışan sosyal medya mecralarından bahsetmiyorum bile. Yaşam, biz istemeden bizim adımıza planlanmış gibi, daha yaşam pınarına düştüğümüz ilk an cinsiyetimiz belirlenince. Okula gideceğiz, işe gireceğiz, evleneceğiz, çocuk yapacağız, emekli olacağız. Yazarı belli olmayan bir senaryoyu oynuyoruz. Repliklerimiz bile hazır.
Gallup 2024 Dünya Mutluluk Raporu açıklandı. Türkiye 147 ülke arasında 94. sırada. TÜİK verilerine göre her iki kişiden biri artık mutlu olduğunu söyleyemiyor. Gençler daha umutsuz, eğitimliler daha kaygılı. Umut, inanç, emek, mücadele, cesaret, sabır, sebat? Gençler daha da umutsuz: 30 yaş altı sıralamasında 101. sıradayız.
Global Duygular raporunda ise olumlu yaşantılar (mutluluk, haz, neşe, huzur, yeni ve ilginç yaşantılar, yeni olumlu bilgiler öğrenme, saygı görme vb.) indeksinde dünyada sondan 3. sıradayız.
Üniversite mezunları arasında mutluluk oranı en düşük. İronik değil mi? Daha çok okuyan, daha çok düşünen, daha çok sorgulayan daha az mutlu. Çünkü ne kadar fark edersen, o kadar huzursuz oluyorsun.
Çeşitliliğimiz, renklerimiz kayboluyor. Şimdi ise sanki hepimiz aynı ustanın elinden çıkmış gibiyiz. Aynılıklar doluyuz. Aynı hayaller, aynı telaşlar, aynı suskunluk, aynı yollar, aynı duygular. Her şey kontrol edebilir, planlanabilir, ölçülebilir, tüketilebilir olsun istiyorlar. Belirsizlikten korkmamalı insan. Farklılıklardan da...
Halbuki insan dediğin, farklılıklarıyla var olmaz mı? Hayat; çeşitlilikle zenginleşir.
Nietzsche der ki: “Sürü psikolojisine sahip insanlar, kendilerinden çok başkalarının hayatını yaşarlar.” Ailelerimizin hayalini, toplumun normlarını, otoritelerin bize dayattığı bize ait olduğunu sandığımız yaşamı yaşamaya çalışıyoruz. Kendi rüyalarımızı değil, başkalarının kabuslarını üstleniyoruz. Rüyalarımızdan, hayallerimizden korkuyoruz. Kendi adımıza attığımız adımlar yok denecek kadar az.
Kendi hayatını yaşamak, radikal bir tercih. Konfor alanından çıkmak, duymak istemediklerini duymak ve belki de yalnız kalmayı göze almak demek. Ama özgürlük tam da burada başlıyor.
Kuralları belli: Yoldan sapmayacaksın, hatasız bir hayat mümkün mü? Ancak kanayan bir diz öğretmez mi insana düşmemeyi? Empatimiz nasıl gelişecek aynı acıdan, aynı yaradan geçmezse yollarımız?
Fazla sorgulamayacaksın, o zaman insan hakikate nasıl ulaşır? Sıranı bekleyeceksin, kurallar elbette elzemdir lakin Tolstoy bisiklet binmeyi öğrendiğinde 72 yaşındaydı! Ve en mühimi: Düzenine uyacaksın.
Bir toplumu, bireylerin gerçekten “yaşadığı” hayatlarla ölçeriz. Eğer herkes başkalarının hayatını yaşarsa, o zaman biz, ne kendimizi ne de toplumu gerçekten “yaşar”ız. Kendi hayatını yaşayan, kendi adımlarını atan bir insan, toplumu da dönüştürür.
Belki de bir çağrıdır bu yazı: Kendi hayatını yaşamayanlar kulübünden istifa etmeye ve hayatının başrolüne, yeniden kendin olarak çıkmaya.