Bir varmış, bir yokmuş…
Bu ülkede, masalların sonu hiç gelmezmiş.
Gerçeğin kıyısında, hayatta kalmaya çalışan çocukların ülkesindenmiş. Ve çocuklar, masalların içinde değil, kırık dökük sokaklarda, açlıkla, yoksullukla, yalnızlıkla, ihmalle savaşırlarmış.
Bu ülkede çocuklar ne zaman çocuk olurdu, nasıl yaşardı? Onlar, doğdukları andan itibaren “şanssızlık” hanesine yazılır, büyüdükçe sistemin görmezden geldiği haykıramadan içlerine kapanan yaralara dönüşürlerdi. Sırtlarında çantaları değil, ekmek tekneleri; ellerinde boya kutuları değil, kalaslar, bezler, yıpranmış iş eldivenleri olurdu.
Türkiye’de çocuk olmak, artık bir çocukluk hali değil; istatistiklerde bir satır, manşetlerde kısa bir haber, sosyal medyada birkaç saatlik öfke, unutulmak demekti. Oysa her sayı, her oran, bir yaşamın kırık bir masalına dönüşüyordu.
Her 100 çocuktan 22’si yoksulluk içinde büyürken, her 5 çocuktan biri haftada en az bir kez okulda yemek yiyemiyor.
Her 4 çocuktan biri okula aç gidiyor.
Ve her 3 erkek çocuktan biri çalışıyor.
Çalışırken, yaşamını yitiren çocukların sayısı ise 616.
Bunlar sayılar, rakamlar değil; kırık bir masalın gerçek yüzü.
TÜİK verilerine göre yaklaşık 720 bin çocuk işçi var bu ülkede. Dünya çok büyük, çok küçük ellerin. Okul yollarında olması gerekirken, inşaatların tepesinde. Eğitimde fırsat eşitliği? Masalın başka bir kırığı. Şehirle kırsal arasındaki, özel okul ile devlet okulu arasındaki maddi uçurum, aslında “eğitim hakkı” denilen şeyin bazı çocuklara sadece tabelada verildiğini gösteriyor.
Eğitimde fırsat eşitsizliği, sadece bir kelime değil; bir neslin kayboluşu.
Çocukların yüzde 62’si her gün ekmek ve makarna ile besleniyor.
Her gün et, tavuk ve balık tüketen çocukların oranı ise sadece yüzde 12,7.
OECD verilerine göre, Türkiye’de çocuklarda yoksulluğun en yüksek olduğu ülkelerden biri.
Ve bu yoksulluk, eğitimden sağlığa, barınmadan güvenliğe kadar her alanda derinleşiyor.
Bu topraklarda çocuk olmak, bazen anne kucağından düşmeden mezar taşına yazılıyor.
Sahi, bu masalda krallar kim?
Kim bu ülkenin yazarları?
Ve neden masalın sonunda “mutlu son” hiç gelmiyor?
Çünkü bu masalda çocuklar konuşamıyor. Bu masalda sesler bastırılıyor. Bu masalda kötülük sadece kurda değil, sistemin ta kendisine işlenmiş. Yoksullukla, cehaletle, ihmalle ve suskunlukla.
Ama hâlâ yazılmamış bir son var.
Çünkü bazı masallar, yıkıntılar arasında da doğabilir.
Ve belki de… bir gün, masalın baş kahramanı bir çocuk olur.
Gülümseyen.
Oynamayı bilen. İçindeki çocuğu cesaretle, azimle ve emekle yaşatan.
Ve kimseye yaranmak zorunda kalmadan sadece çocuk olabilen.
Durkheim’in "toplumsal dayanışma" anlayışı, toplumun her bireyiyle güçlü bağlar kurarak bütünleşmesini savunur. Türkiye’de çocukların yaşadığı bu kırık masal, toplumsal dayanışmanın eksikliğini gösteriyor. Toplum, çocukları yalnız bırakıyor; eğitim, sağlık, güvenlik gibi temel haklar ihmal ediliyor. Bu durum, toplumun bütünlüğünü tehdit ediyor.
Senin yandığından daha fazla yanan insanları duymuyorsan nasıl insan kalacağız?
Çocukların sesini duymak, çocukluğunu korumak, onların haklarını savunmak, bu masalı değiştirmek bizim sorumluluğumuz.
Bir sokakta çalışan çocuğu gördüğünde gözlerinizi kaçırmayın. Görmek, değiştirmeye başlamaktır. Senin bakmaktan imtina ettiğini yaşıyor o yürek. Kıyafetini, kalemini, yemeğini, sevgini, aşını, işini… Senin fazlan, bir çocuğun hayatı olabilir. Çocukların yararını önceleyen politikaları inceleyin ve destekleyin. Susmak, kırık masala bir satır daha eklemektir.