-Mış gibi yaptık hep. Güçlüymüş gibi. Canı hiç yanmıyormuş gibi. Mutluymuş gibi. Başarılıymış gibi. Farkındaymış gibi. Hissediyormuş gibi. Ve en çokta yaşıyormuş gibi. Hepimizin içinde gülümseme bekleyen ve elinden tutulması için çırpınan o çocuğa uzanan aydınlık, gönül dostu insan Doğan Cüceloğlu’nun eseri bu haftaki yazımda ilham oldu bana. Yattığı yer incitmesin, ışığı bol olsun. Her kitap insanın içinde, ruhunun derinliklerine işlemiş bir yere kapı aralar. Bambaşka bir yere dokunur. “Mış Gibi Yaşamlar” eseri de kendi gerçeğimi keşfetmek için bir kapı araladı bana.
Neymiş -mış gibi yaşamak?
Düşüncelerinin arkasındaki niyetin farkında olmayan, eylemi ve söylemi birbirine uymayan insanların yaşamı demek. Düşündüğünüzde sayıları ne kadar da çok değil mi? Yaşıyormuş gibi görünüp de aslında yaşamayan. Hatta yaşamadığının farkında bile olmayan.
Işık hızında değişen -ya da değiştirilen- Türkiye gündemini bir düşünelim. İçimizi paramparça edecek sayısız örnek bulabiliriz. Çocuklar, size emanettir denen dini değerlerle büyütülüp ebeveyn olan ailelerin emanete hıyanet edişlerine şahit olmak, yaşatmak için senelerce eğitim gören mücadele veren insanların yok etmekten hiç korkmayışları, sadece bir vahşet olduğunda sorgulanan toplumsal yapımız adalet sistemimiz, yılın özel günlerinde hatırlanan kadınlarımız, engellilerimiz, etkileşim uğruna maskot olan hayvanlarımız- etkileşim uğruna her şey mubahtır zihniyetimiz- , her kaybımızda toprağa gömülen heveslerimiz, yüzümüzden çalınan gülüşlerimiz, dalından koparılan soldurulan çiçeklerimiz, boğazımızda kalan yudumlarımız, gözümüzden akan yaşlarımız, hiç sevilmemiş olan yüreklerimiz, nefretle çalkalanan her bir hücremiz, yüzyıllar geçse de değişmeyecek zihniyetimiz... Hiçbiri ama hiçbiri azalmayacak, bitmeyecek. Aksine bunlara göz yumulduğu, ortak akılla politikalar üretip kalıcı çözümler sunulmadığı müddetçe daha da artacak. Eğitimden, adalete; trafikten insan ilişkilerine, doğaya ve canlılara verdiğimiz tahribattan, kamu hizmetlerine her birinde -mış gibiler hüküm sürüyor.
Dijitalleşmenin, teknolojik ilerlemelerin yüksek olduğu ancak ahlakın ve toplum bilincinin düşük olduğu bir çağda yaşıyoruz. Her birimiz adaletsizliğin, mutsuzluğun, umutsuzluğun, huzursuzluğun, acıların farkındayız. Aynı vardan var olup ayrıştırıldığımızın farkındayız. Her birimiz en az diğerimiz kadar canlı. Var olmayı ya da olmamayı yaptığımız seçimlerle belirleriz, seçtiğimiz şey neysek oyuz. Kendimizi, değerlerimizi, vicdanımızı yok saydığımız her bir etkileşimde özümüz erozyona uğruyor.
“Bugüne kadar milyonlarca insan pes etti. Öfkelenmiyorlar, ağlamıyorlar, hiçbir şey yapmıyorlar. Yalnızca zamanın geçmesini bekliyorlar. Tepki gösterme becerilerini yitirmiş onlar! sense üzgünsün. Bu da senin ruhunun hâlâ canlı olduğunu kanıtlar!”
Mış gibi yaşamak, maskeler takmak ve gerçeğinden uzaklaşmak demektir. Gördüğümüz, duyduğumuz, yaşadığımız her şey arkasında kocaman bir boşluk barındırıyor. Oysa gerçek yaşam, cesaretle yüzleşmek ve bu dünyada iz bırakmakla şekillenir. İyilik, adalet, eğitim, umut, cesaret, emek ve özgürlük sustukça karanlık güçlenir.
‘’Herkes türküsünü bir reklam filmiyle değişti. Şimdi insanların yerine paketlenmiş duyguları söyleyen hazır türkücüler var. Sevinci değişen insanın acısı da değişir elbet. Öyle genişledi ki değişimin sınırları, doğrunun belkemiği kalmadı. Korkunun ve kurnazlığın pervaneye dönderdiği insanlar, sonunda kendilerini aklayacak bir maymuncuk buldular: Hoşgörü ve yenilik… Böylece bir ülke, pisliğinin üstünde tertemiz görünecek bir olanak buldu kendine. Yağmur değişir mi? Altında ıslanana ve pencereden bakana bağlı belki ama bu rüzgârı kekeme, mavisi gördüğünden utanan gökte yağmurlar bile değişti.”
“Her şeyi anlıyorum da parayı kendi yerine oturtan insan, kendisi nereye oturacak. Sahip oldukları insana değil, insan sahip olduklarına değer biçebilir değil mi? Eşyaların onuru olmaz ki…”