“Her güç, yozlaşma potansiyelini içinde taşır.” – Lord Acton
Seçtiğiniz liderleri düşünün; seçilmeden önce “halkın hizmetkârı”yım derken, seçildikten sonra yürüdüğü halının rengini bile halktan gizleyen. Öncesinde koltuk sade görünür, erişilebilir, halkla bir. Ama sonra ağırlaşır, yükselir, etrafına duvarlar örülür. Çünkü o koltuk artık bir oturma nesnesi değil, bir güç sembolüne dönüşmüştür. Zamanla koltuk, tahtlaşır, saraylar inşa edilir. Ve ne gariptir ki; her taht gibi, dokunulmaz ve sorgulanamaz hâle getirilir.
Bu yazım, bir eşyayı değil; o eşyaya yüklenen anlamı sorguluyor. Gücün biçimini değil, yönünü tartışıyor. Tahtı da koltuğu da değil; o koltuğa ya da tahta oturunca değişen insanın mayasını.
Koltuk, teknik olarak bir nesnedir. Herkesin oturabileceği kadar sıradan, değiştirilebilecek kadar geçicidir. Ama o koltuğa iktidar dokunduğunda, sadece yerini değil, manasını da kıymetini de değiştirir. Bu yüzden tarih boyunca liderler yalnızca oturduğu yerle değil, oturuş biçimleriyle hatırlandı. Birileri koltukta hizmet etti, birileri koltuğu kendine hizmet ettirdi.
Taht ise sembolik bir ağırlık taşırdı. Padişahlıkta, halifelikte ya da aristokratik sistemlerde "taht", yalnızca yönetimi değil, kutsallaştırılmış bir gücü temsil ederdi. Taht yüceltilirken, halk göz ardı edilirdi. Bu yüzden modern demokrasiler, koltuğu tercih etti. Ama ne yazık ki çağımızda o koltuklar da "taht gibi davranılan" nesneler hâline getirildi. Karizmatik lider kültü, Weber’in deyimiyle, artık koltuğun sınırlarını aşıyor; liderler ilahlaştırılıyor. Bir halk, bir kişi etrafında çıkarlar odaklı birleştiğinde eleştiri susturuluyor, sorgulama ayıplanıyor. Ve böylece, koltuk tahtlaşıyor; lider halktan uzaklaşıyor.
Bu noktada mesele şu soruda düğümleniyor: Bir lideri lider yapan oturduğu yer midir, yoksa kalktığında ardında bıraktığı mıdır?
California Üniversitesi’nden Prof. Dacher Keltner, yıllarca güç sahibi kişilerin davranışlarını inceledi. Sonuç çarpıcıydı: Güç arttıkça empati azalıyor, başkalarının duygularını fark etme kapasitesi düşüyor.
Yani mesele yalnızca kim olduğumuz değil; niye koltuğa oturduğumuz ve orada ne kadar kaldığımızla ilgili. İnsan, koltuğa oturunca değil; oradan kalkmayı bilmediğinde değişmeye başlıyor. Koltuk veya taht değil, gücün kendisi eğer denetlenmezse; kişiyi “insanlıktan uzaklaştırma” eğilimindedir.
Psikopolitika uzmanı Dr. Jerrold Post’un araştırmaları, gücün uzun süre elde tutulmasının narsistik bozulmalarla ilişkili olduğunu ortaya koyuyor. Yani lider, zamanla halkla arasına mesafe koyuyor, kendini sistemin önüne yerleştiriyor.
Bu, yalnızca koltuğun değil, kolektif vicdanın da yorulduğu bir aşamadır.
Tahtı da koltuğu da sorgulamalıyız artık. Gücü temsil eden nesneler değil, o gücü nasıl kullandığımız belirleyici olmalı. Çünkü halk, artık bir kişinin gölgesinde yaşamaktan değil; o gölgede nefes bile alamamaktan yoruldu. Bu yüzden mesele, kimin koltukta oturduğu kadar, nasıl kalktığıyla hatta nasıl kalkmadığıyla da ilgilidir. Gerçek liderlik, ne tahta ne koltuğa oturmakla başlar; halkın kalbinde yer edinmekle, hemhal olmakla mümkün olur. Orası da ne tahttır, ne koltuktur; sadece vicdandır.
Bugün bize düşen; o koltuğa oturanlara hangi ahlakla, hangi vicdan duygusuyla baktığımızı yeniden sorgulamaktır. Çünkü bir liderin asıl yüksekliği, oturduğu yerle değil, ettiği hizmetle ölçülür.
“Millete efendilik yoktur; hizmet vardır. Bu millete hizmet eden onun efendisi olur.”
– Mustafa Kemal Atatürk
Bazı isimler gücün etrafında duvarlar, saraylar örerken; bazıları halkla omuz omuza, yan yana, gönül gönüle yürümeyi seçti.
Tahtı da koltuğu da aşan bir şey varsa, o da halkla kurulan sahici gönül bağdır.
Atatürk’ün en büyük mirası, halkına duyduğu inançtı.
Biz de o inancın mirasçılarıyız.