Tabiat bize, bizim düşündüğümüzden çok daha fazlasını anlatır. Bunu anlatırken bize canlı canlı gösterir, şahit tutar. İnsan ne zaman doğayla olan ilişkisini, sadece kendi fayda ve kazanımları üzerinden yorumlamaya başladı işte o zaman gerçekleşti felaket kehanetleri. İnsan, bazen doğayı sadece ihtiyaçları olan şeyler üzerinden okur. Ama tabiat, düşüncelerimizin ötesinde derin bir dil konuşur bizimle. Ve bu dil, okumayı öğrendikçe daha çok şey anlatır. Yapraklar, rüzgârın yönü, ağacının kökleri arasında hissettirdiği bağ; bunların hepsini zarif bir dille anlatır.
Hayal edin, bir tramvay yolculuğundasınız iş çıkışı saati olması sebebiyle inanılmaz kalabalık, tutunmanıza bile gerek kalmıyor insanlar sizi sıkıştırdığı için. Ne hissediyorsunuz? Nefes almakta güçlük çekiyorsunuz, çantanızdan çıkartmanız gereken bir eşya olacak olsa o kadar bile bir alana sahip değilsiniz. Kişisel alanınız ihlal edilmiş durumda, rahatsız, huzursuz, daralmışsınız, bir an önce inmek istiyorsunuz sadece. Ama konu ağaçlar, ormanlar olunca işin seyri bir anda değişiyor. Böyle bir huzursuzluk hissinden bahsetmeye gerek kalmıyor. Sebebi taç utangaçlığı. Tüm ağaçlar kendi kişisel alanında… Tüm ağaçlar hür…
Bir doğa olayını anlamlandırmak, doğru okumak için derinlemesine araştırmak gerekiyor. Bize dayatılan kültür ne yazık ki canlılar arasında ilk sıraya hep insanı koyuyor. Lakin insan yeryüzünün kriteri değil. Acıyı, hüznü, mutluluğu, sevgiyi, makamı, mevkiyi, gücü hepsinin temelinde insanı. Halbuki her canlı, tıpkı bizim gibi. Bilimsel olarak ağaçların hafızası olduğu ve acıyı hissedebildiği kanıtlanmış durumda. Bizim kadar canlılar. Bunu dile getiremiyor olmamaları sonucu değiştirmiyor. Ağaçlar da canlı ve sosyal varlıklar. Birbirlerine karşı duydukları şefkati, nezaketi ve saygıyı ifade etmelerinin en somut gerçeği de; taç utangaçlığı.
Bir gün hepimizin günlük ilişkilerinin bir parçası olmasını umut ediyoruz bu felsefeyle, bu nezaketin. Birlik içinde, ama müdahil olmadan, incitmeden, incinmeden. Eksilmeden ve eskimeden. Paylaşarak ama sınırları geçmeden. “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür; ve bir orman gibi kardeşçesine” demiş Nazım Hikmet, işte tam olarak öyle.
Şimdi soralım kendimize. En son ne zaman utandık? Birkaç gün sonra asrın felaketi diye nitelendirdiğimiz asırlık bir acının anmaları olacak buruk, yaralı ülkemin her köşesinde, kimsesiz kız çocuğu yazılı mezardan utandık mı? Merdiven olmaya çalışan çarşaf utandı kurtaramadığı 36 fidan için, biz utandık mı? Toprak utandı, su utandı bahar kokulu çocukları yıkayıp gömmekten biz utandık mı? Barış utandı kanatlarına acıyı, kederi takmaktan; biz utandık mı? Her selde suyun boğmak zorunda kaldığı umutlar, hayaller için utandık mı? Duvarda asılı hatıra kalan son fotoğraftan utandık mı? Ateş utandı yaktığı her bir tohumdan, biz utandık mı? Ağaçlar yanarken tiz bir ses çıkarır tıpkı ağlama sesine benzer. Ağaçlar yanarken ağlar. Biz utandık mı?
Her felakette bir suçlu aradık, asıl suçlu kimdi sahiden? Her felakette gözlerimizi başka yönlere çevirip sorumluluğu bir başkasına yüklendi. Ama asıl soruyu tekrar ve tekrar sormak gerekiyor: Biz utanmadık mı?