Bir zamanlar bronz ten, yaz tatilinin mütevazı hatırasıyken… şimdi solaryum fişi çekilmeden bronzlaşamayan bir nesil olduk.
Antalya mı Bodrum mu? Demeye gerek yok, cevap: “Altı seans solaryum, üç ton özgüven.”
Solaryum kabini dediğin şey, bir nevi ışıklı tabut. İçeri giriyorsun, fırınlanmış piliç gibi dönüyorsun. Dakikalar içinde “güneş görmüş” oluyorsun ama D vitamini? Yok.
Gerçek güneşin o cömert hediyeleri bu plastik aydınlıkta bulunmuyor.
Bir de şu var: Doğal görünmek için yapay ışığa yatıyoruz. Bronzluk uğruna cildi kızartmak…
Hani diyoruz ya “ben doğalım.” Eee tamam da neden 300 watt’lık lambalarla pişiyorsun o zaman?
İşin sağlık kısmına gelirsek, solaryum öyle sadece ‘güzel’ yanmakla kalmıyor; cildi erken yaşlandırıyor, leke bırakıyor, en kötü ihtimalle cilt kanseri riskini artırıyor. Yani hem cebin yanıyor hem tenin… hem de yıllar sonra aynaya bakınca “bu ben miyim?” diye yanıyorsun.
Ama kabul edelim, bronzluk bir zaaf. Tenin rengi bir anda “fit”, “zengin” ve “yazlıkçı” gibi görünmeni sağlıyor. Tabii işin ironisi, yaz tatiline gitmeyip bronzlaşmak için para ödüyorsun. Yani hem tatile gitmemişsin hem de kendini tatile gitmiş gibi gösteriyorsun. Modern hayatın özeti bu değil mi zaten?
Sonuç? Solaryumla gelen güzellik, geçici. Ama zararlar kalıcı. Cilt sana küser, aynalar kırılır, dermatologlar zengin olur.
Güneşi gerçekten görmek varken, plastik bir yaz hayaline girmeye gerek yok. Bronzluk arıyorsan parkta 15 dakika kitap oku, hem beynin yanar hem tenin.
Evet ya kadınlarda özellikle var böyle bir durum kapkara geziyorlar