Bir zamanlar güzellik tanrıçası olmak hayaldi. Şimdi ise neredeyse herkesin gündelik görevi gibi. Peki, bu görünmez tahta oturmak gerçekten bu kadar arzu edilesi mi?
Çocukluğumuzda hepimizin hayali aynıydı: parlayan elbiseler, kusursuz bir cilt, herkesin dönüp baktığı o “vav” anı…
Güzellik tanrıçası olmak kulağa masalsı gelirdi. Ama büyüdük. Artık bu işin perde arkasını da görüyoruz.
Sabah uyanır uyanmaz aynaya bakıyoruz: Göz altları şiş mi, cilt donuk mu, saç yine yastıkla kavga mı etmiş? Günümüzün güzellik tanrıçaları artık sadece mitolojide yaşamıyor. Onlar sosyal medyada, billboardlarda, yanımızdaki kafede kahvesini içen genç kadında… Ve çoğu zaman biz, onların yanında sıradan hissediyoruz.
Ama işte mesele de bu zaten. Çünkü güzellik artık sadece estetik değil; bir yarış, bir performans. Makyajdan önce serum, serumdan sonra ışıklı ayna, üstüne birkaç filtre, biraz "self-love" etiketi… Yetmiyor. Güzellik tanrıçası olmak artık sadece güzel görünmek değil; güzel görünürken yorgun görünmemek, doğal görünürken kusursuz olmak, çekici olurken “çaba sarf etmemiş gibi” durmak.
Oysa tanrıça dediğin, sadece parlayan bir dış yüz değildir. Bir bakışıyla güven veren, kendinden emin, iç huzurunu dışına yansıtan biridir. Güzelliği dışarda değil, içinde taşır.
Bugün aynaya baktığımda şunu söyledim kendime: “Birilerinin ‘beğen’ tuşuna ihtiyacın yok. Tanrıçalık, senin kendinle olan barışında gizli.” Çünkü gerçek güzellik bazen bir kahkahanın içtenliğinde, bazen bir yorgunluğun arkasındaki emekle gelir. Ve en güzeli de başkasına benzeme çabası gütmeden, olduğun hali kabul etmektir.
Belki de hepimiz biraz tanrıçayız. Sadece taçlarımız görünmez.