Bedeni zayıf; ama ruhu güçlü varlıklarız. Başımıza hızla inen bir taş veya şah damarımıza inen keskin bir metal bizi bu dünyadan rahatlıkla koparabilir. Sivri bir cisme denk gelse hemen patlayacak, içi su dolu balon kadar hassas bedenimizi aklımız sayesinde oradan oraya sağ salim götürebiliyoruz. Kaderciliğe, felsefi veya dini konulara hiç girmeyelim; ama bir şeyin altını dikkatle çizmemiz gerekiyor: Bu kadar zayıf varlıklar olarak tek gücümüz “aklımızı kullanmak”. Ama ne yazık ki kullanamıyoruz her zaman. Nasıl oluyor bilmiyorum; öyle bir an geliyor ki insan aklını bir köşeye koyup saçma sapan reflekslerle hayatın içinde ilerlemeye çalışıyor.
Bizi avuçlarının içine hapseden ve kanımızı son damlasına kadar içen sistemler de psikolojinin tüm imkanlarını seferber edip bu zayıf yönümüzden gayet iyi faydalanıyorlar. Deney fareleri gibi bir labirentin içine bizi hapsedip istediklerini yaptırıyorlar, istediklerini düşündürüyorlar, istediklerini yedirip içiriyorlar ve istediklerini satın aldırıyorlar. Tüm dünya bu şekilde dizayn edildiği halde biz hala kendimizi özgür varlıklar olarak duyumsayabiliyoruz, ne güzel! Neler neler yapıyorlar bize ah! Bir farkında olsak veya farkında olanlarımızın sayısı gün be gün artsa da şöyle toplanıp söyleşsek. İlk olarak AVM’lerin ve ürünlerin cinsine göre tasnif edilmiş malum dev marketlerin zihinlerimizle nasıl oynadıklarını konuşsak. Bu konuda çok dertliyim, büyük acılar yaşadım. Koskoca, yaşını başını almış, epey bir mürekkep yalamış ben, bir alışveriş merkezinden çıkamadığım için oturup neredeyse ağlayacaktım.
Antalya’yı ziyaret ettiğim günlerden birinde; en az kendim kadar AVM kültürüne yabancı bir arkadaşımla bir alışveriş merkezine, biz ona firma ismi zikretmeden dev mobilya ve ev eşyaları marketi diyelim, onun ısrarlarını kıramayarak gitme gafletinde bulundum. Geç kahvaltı yapmaya alıştığımız ve işimizi çok çabuk halledeceğimizi düşündüğümüz için acıkmayız diye kahvaltı etmeden gittik. Her biri bir evin odaları gibi hazırlanmış eşyaları seyre daldığımızdan kaç kat tırmandığımızı fark edememişiz. Bu koca keşmekeşin içinde aradığımızı da bulamayınca sıkıldık, çıkalım dedik. Bir de ne görelim, iç içe bir sistem ve girdiğin yerden çıkamıyorsun, olduğun yerde dönüp duruyorsun.
Yorgun düştüğüm için plastik eşyaların olduğu bölümde bir kovanın üzerine çöküverdim. O kadar lüks bir yerde bunu yapmamı pek uygun karşılamayan birkaç sert bakışla karşılaştıktan sonra tüm umudumu kaybetmiş olarak kalktım. Hemen telefona sarıldım, eşimi aradım, arkadaşımın eşi ve o da dışarıda bizi bekliyorlarmış, gecikince epey bir merak etmişler. Bulunduğumuz yeri tarif ettim. Eşim yanında bir görevliyle geldi ve bizi dışarı çıkardı. Meğer, “son çıkış noktaları” diye merdivenler varmış, biz göremediğimiz için çıkamamışız. (Bunlar, insanlar yolunu bulup çıkamasın diye göz açısının değemeyeceği yerlere kurnazca sıkıştırılmış çıkışlar.)
“Köyden indim şehre.” durumunda tam üç saat içeride mahsur kalmışız, çıktığımızda ne alacağımızı bile hatırlayamıyorduk. Bu mahpusluktan hoşlananlarımız bile var tabi, ne diyelim. Ama böyle bir bilinçli tuzağa bir daha düşer miyim, bilmiyorum. Gerçi tüm AVM’ler aynı mantığa göre dizayn ediliyor. Yürüyen merdivenleri öyle yerlere koyuyorlar ki bütün mağazaların önünden geçmek zorunda kalıyorsunuz. Tüm iniş ve çıkışları da buna göre ayarlıyorlar. Kata çıktığınızda ve başka bir kata indiğinizde hep dolanmak zorunda kalıyorsunuz. Ama süper süper yerlerde işin dozunu iyice artırmışlar. Çıkışları dikkatinizden kaçırdıkları için geri dönemiyor, bir sonraki bölüme dalıyorsunuz.
Tüm bu mahpusluk hali size birkaç ürün daha fazla satma üzerine kurulu. Paranızla esir oluyorsunuz, doymuyorlar size bir şeyler satmaya. Bir şekilde aitlik duygusunu da işin içine katıyorlar. Ya hep aynı şekilde dizayn ediliyor yahut ev hissiyatı veriliyor. İşte bu hissiyat aklımızla dünyaya hâkim olduğumuzu sanan bizlere yolumuzu kaybettiriyor ve çağdaş yol kesenler tarafından çoğu da gerçek ihtiyacımız olmayan ürünlere para ödetilerek son kuruşumuz da cebimizden alınıyor. İnsanın ister istemez bir Latince deyişi hatırlatası geliyor: “Spare aude.” Aklını kullan veya aklını kullanmaya cesaret et diye açıklanıyor. Immanuel Kant da ekliyor: “İnsanın doğasında olan olgunlaşmamış halinden kurtulması, aklını baskı altında kalmadan kullanabilmesi gerekir.” diye. Haksız mı?
Saygılar, sevgiler…