Siyaseti, gündemi bir kenara bırakalım, hepimiz çok yorulduk, biraz dinlenelim. Ruhumuzu, zihnimizi ve bedenimizi sessiz bir köşeye çekip birbiriyle alakasız gibi görünen terimler, söyleyişler üzerinde düşünelim. Malum, zihnimizi ellerine dolayanlar tarafından kafamız duvardan duvara vuruldu ve düşüncelerimiz epey bir zede aldı. O kadar ki kendi edimlerimizin bile ne anlama geldiğini göremez olduk. Olan oluyor, biten bitiyor; tüm ahali atalet içinde kıpırtısız bekliyoruz. Böyle olduğumuzu hissettiğimde aklıma Jose Saramago geliyor. “Biz kör olmadık, zaten kördük! Gördüğü halde göremeyen körler.” der üstat. “Körlük”te görememenin nasıl bulaşıcı olduğunu ve nelere göz yumduğumuzu imajlara bulayarak öyle güzel anlatır ki! Son günlerde oradaki amalar gibi bakıyoruz dünyaya. Duygularımıza kör olduk, başkalarının acısına kör olduk. En; ama en kötüsü de tüm gerçeklere…
Anlaşıldı ki olanlar olmaya devam edecek yeryüzünde. Peki çare var mıdır değiştirmek için? Elbette. Dünyada birkaç kişi kalsak bile yeter ki düşünme yetimizi kaybetmeyelim. O zaman tüm kapılar yüzümüze kapanmış olsa da aklımızı ele geçiremedikleri için hür olmaya oradan başlayabiliriz. Mücadeleye koşullar ne olursa olsun kendi içimizden başlamak zorundayız. Saramago’dan bahis açtık, onun zorlu yaşamından örnek vererek söyleyeceklerimizin ardını getirelim. Portekiz’in yoksul mu yoksul bir köyünde dünyaya gözlerini açan bu güzel insan elli sekiz yaşına kadar hiçbir karşılık alamadan çabalamış durmuş. İlk şaheserini insanlığa ancak o yaşında hediye edebilmiş. Başta yoksulluk olmak üzere birçok olumsuzluğa göğüs germiş. Portekiz’in Azinhaga Köyü’nde doğmuş. Babasının verdiği soyadına eklediği “Saramago”nun anlamı turp otuymuş. Yoksul ailesinin en önemli besin kaynağı turp otu olduğu için (Bazen de bulabildikleri hububatı içine katıyorlarmış.) geldiği yeri unutmamak adına ekleyivermiş Saramago’yu ismine. Bu şekilde daha bir güçlü hissetmiş kendini, hangi durumda olursa olsun başladığı noktayı unutmadığı gibi hedefini de gözden kaçırmamış. Bizlerin de aynı kararlılıkta “pes etmez” versiyonumuzu oluşturmamız gerekir. Tabii önce durum kritiği yapmalıyız ki bu da bir hayli güç. Durumumuzu özetleyen küçük notlar bırakalım katkı olsun diye: “Yankı Odası Etkisi” ve “flaneur”
Yankı odası etkisi nedir? “Bireylerin yalnızca kendi görüşlerini destekleyen bilgi kaynaklarına maruz kaldığı ve farklı perspektiflerden gelen bilgileri dışladığı bir fenomen olarak tanımlanır. Bu etki, insanların dünya görüşlerini güçlendiren bir döngü oluşturur ve zamanla karşıt görüşlere karşı daha kapalı hale gelmelerine neden olur.” (‘Meraklı Adam’dan alıntılanmıştır.) Peki bizler neden böyle bir şeyin kıskacında olmayı tercih ediyoruz? İlk neden; biz insanların kendi inançlarımızı destekleyen bilgileri arama ve farklı görüşleri görmezden gelme eğiliminde olmamız. Aynı fikirleri duya duya, göre göre pekiştiriyoruz. Yeni teknoloji de boş durmuyor elbette, bu zaafımızı bildiğinden sadece ilgilendiğimiz konularda içerik göndererek her birimizi sadece kendi sesimizi duyduğumuz bir hücreye hapsediyor. Özümüzde benzerimizi bulma eğilimimiz olduğundan her farklı olana sırtımızı döne döne yalnızlaşıyoruz. Sonucu ne oluyor? Kutuplaşma, yanlış bilgi yayımı, eleştirel düşüncenin zayıflaması ve eleştirilmeye katlanamama ve başkasını zihnimizde öcü haline getirme. Takdir edersiniz ki tek başına kafese giren kuşu avlamak da bir hayli kolay. Bu terim bizi tıktıkları tek kişilik hapishaneyi gayet güzel tanımlıyor, bravo diyor, şapka çıkarıyorum.
Bu durumdan bizi kurtaracak yok mu? Yok maalesef. Bizi kurtaracak olan aydınlarımızın durumunu da “flaneur” terimiyle açıklayabiliriz. “Flaneur, yaşamın içerisinde kendi hakikatine ulaşmak adına yersiz yurtsuzluğu seçmiş kişiye deniliyor.” (‘Gaia Dergi’den alıntılanmıştır.) Hareket onun kendini yaratabilmesinin ve yenileyebilmesinin bir zorunluluğudur. Onun için herhangi bir kimliği kabul etmek denilen bir ait oluş yoktur. Yaşamında daima kendine karşı olmanın getirdiği yoğun bir meşguliyet vardır. Kahraman olmayı hiç mi hiç istemez. Tek arzusu aylaklığı kullanarak yaşamı ve kendi varlığını çözümlemektir. Aklında yer alan kendilik bilinci onun hem lanetidir hem de kurtarıcısı. Kimi zaman da bu farkındalıktan dolayı azap duyar, kimi zaman ise kendini aramanın getirdiği yorgunluktan haz duyar. Poe’ya göre fleneur: “Her şeyden önce kendini içinde bulunduğu toplumda tedirgin hisseden biridir.”
Aydınlarımız bu vaziyette kararsızca gezelerken bizler de kendi gerçekliğimize kör, debelenip duruyoruz. Birbirine gittikçe sırtını dönen bir toplum ve ona yön vereceğine, ondan uzaklarda kendini arayan bir aydın kitlesi…Ne şenlik ama! Elbet bu iki uç birbirine bir şekilde bağlanacak, bağlanmak zorunda; çünkü ancak birbirimize tutunarak tüm düğümleri çözebiliriz.
Sevgiler, saygılar…