Edebiyat öğretmenliği öğrencisiyken, Orhan Pamuk’un “Yeni Hayat” romanı yayımlanmıştı. Okulda kitapla ilgili bir konferans düzenleneceği duyuruldu. Bu etkinliğe katılma niyetinde olanlarımız, elimizde kitap günlerce mesai harcadık. Beklenen gün geldi ve konferans başladı. Saygıdeğer hocamız kitabı her yönüyle ele almaya, farklı görüşlere de yer vermek ve konferansı interaktif hale getirebilmek için herkese söz hakkı tanımaya çalışıyor… Aynı sınıfta olduğumuz, yaşı bizlerden bir hayli büyük bir arkadaşımız söz istedi. Hiç unutmuyorum, söze şu şekilde başladı: “Ben bu kitabı okumadım; ama…” Dakikalarca konuştu. Hiç okumadığı halde nasıl güzel eleştiriyor. Lafı orasından burasından eğip büküyor bir de. Hepimizin ağzı bir karış açık kaldı. Hocamız tartışma yaratmayı çok sevdiği için ona biraz müsaade etti elbette ki. Söz istedim ve en sonda söyleyeceklerimi en başta söyleyerek epey bir hırpaladım arkadaşı.
Ne zaman birileri çıkıp hiç bilmediği konularda eleştiri kisvesi altında saçmalamaya başlasa kendimi aynı heyecan içinde bulurdum, ta ki kalp sorunu geçirene kadar. Sakin kalmaya çabalasam da bir şeyi hala anlamış değilim: İnsanlar, hiç bilmedikleri, hakkında bir satır bile okumadıkları bir konuda saatlerce konuşma, bazı platformlarda yazma hakkını kendinde nasıl bulabiliyor? Sağ olsun bir de sosyal medya dahil oldu bu işe, böylelerini iyice bir körükledi. Birazcık görünebilir olabilenlerin sözü daha bir geçer akçe sayıldığından balonları iyice şişti. Ben hala cesaret edemem bilmediğim bir konuda ahkam kesmeye. Özellikle birini yerme ihtiyacı hissediyorsam, onun hakkında derin bir araştırma yaparım. O da kesinlikle internet tabanlı bir araştırma olmaz. (İnternete ancak kitap sipariş edebilecek kadar güvenebiliyorum, o da her zaman değil.) Tüm güvenim kâğıttan sayfalaradır. Üstelik de iki uç noktada araştırma yapmayı yeğlerim, olumlu ve olumsuz bakan tüm kaynakları bulup karşılaştırmaya çalışırım.
Bakıyorum, insanlar sadece egolarının ve duygularının kölesi olup her konuda linçe varacak kadar saçmalayabiliyorlar. Bazen de küfrün biri bin para…Sorsan kültürümüzden, edebimizden, kimliğimizden bahsederler. Bizim kültürümüzde eleştiri adı altında birilerine hakaret etme; birilerini hakir görmek, yerin dibine sokmaya çalışmak var mı? Bu ne rahatlık! Bunları çoğu zaman alaycılıkla yapıyor; kişileri, bazı değerleri hedef gösterip sonra da eleştiri kisvesine bürünüyorlar. Eleştiriyle küfretmeyi, aşağılamayı ve karalamayı birbirine karıştırıyor olabilirler mi? Kuvvetle muhtemel. Günlük hayatımız başta olmak üzere her alanda karşılaşıyoruz bu durumla. Çocuklarımız da büyüklerinin bu yaklaşımını öylesine benimsemişler ki okulda edebiyat dersindeki eleştiri türü konusunda bile büyükleriyle aynı tavrı gösteriyorlar. Eleştiri yazılarında bırakın argoyu, küfre varan ifadeler kullanıyor; bunu da eleştirinin bir parçası sayabiliyorlar. Bakıyorsunuz, arkadaşlarıyla iletişimleri de aynı seviyede. Şakalaşırken bile birbirlerine neler söylüyorlar.
İnsan yetişme çağındaki gençleri affediyor da bu işten nemalananları pek affedemiyor doğrusu. Kalemi eline almış, üstat geçinen saygıdeğer insanlarımıza bakıyoruz, güya eleştiriyor. Resmen hedef aldığını yok etmeye çalışıyor, bunu da alenen söylüyor. Ettiği hakaretlerin bir ölçüsü, bir sınırı yok. Bazıları işi öyle ileri götürmüş ki burada yazamayacağım kadar kötü ithamlarda bulunuyor. Hakkında hiçbir şey bilmeden, araştırmadan. Öfkeleri, kinleri gözlerini öyle kör etmiş ki asıl zarar verdikleri şeyi göremiyorlar: Güvenirlilikleri… Belki açıklıkla dile getirmiyoruz; ama birilerine küfrederek, onları aşağılamaya çalışarak yahut karalayarak yenmeye çalışanları pek sevmeyiz millet olarak. En azından şu fikir oluşuyor herkesin kafasında “Bu, şu kişinin hakkında bunları rahatlıkla söyleyebiliyorsa ileride bizlerle ilgili nasıl iddialar ortaya atar?”
Hayat herkese gereken dersi elbet bir gün verir. Eleştirinin temeli olan bir insanın veya konunun yanlış yanlarını bulup göstermenin onu aşağılamak ve küçük düşürmek için her fırsatı kollamak, bazen de çamur atmak olmadığını elbet herkes bir gün görür. Öfkelerine yenik düşenlerin en büyük kaybı da gerçeklere gözlerinin kör olmasıdır. Eleştiri adı altında yerden yere vurulmaya çalışılanlar yaptıklarıyla bu milletin iltifatına nail olmuşlarsa kimse onların ışığını söndüremez. Hele ki bu kişi bir güneş gibi Samsun’dan doğmuşsa. Güneş balçıkla sıvanmaz.
Sevgiler, saygılar…