Birazcık kendimden bahsederek konuya girmek istiyorum, müsaadenizle. Tıpkı bir deneme yazarı gibi. Burada Monteigne’yi yad etmeden geçemeyeceğim. Onun bir sözünü de alıntılayalım; malum, konuyla ilintili: “Bir amaca bağlanmayan ruh yolunu kaybeder.” İşte tam da bu durumu kendimden yola çıkarak biraz irdelemek istiyorum. Sürç-i lisan edersek af ola.
Bir süre önce emekli oldum; yorulduğumdan, bezdiğimden değil yapmak istediklerime daha fazla zaman ayırabilmek için. Sen misin olan? İlk etapta insanlar “Sıkılmıyor musun?” diye sormaya, sonra da bana uğraşılar bulmaya başladılar. Yoğun bir ev gezmesi programı bile hazırlamışlar. Artık bomboşum ya. Israrların ardı arkası kesilmedi, iş emrivakilere döküldü. Son noktayı can sıkıntımı gidermek için çengili çalgılı bir organizasyon hazırlayan bir arkadaşım koydu. Bir hastalık atlatıyormuşum gibi “Seni bu zor günlerinde yalnız bırakmak istemedik,” deyince bende şalter attı. Net konuşmazsam bu işin iyice dallanıp budaklanacağını anladım. Biraz kalbi kırılmıştır; umarım bir gün beni anlar. Konuşmam şu minvaldeydi: “Can sıkıntısı hiç bildiğim bir şey değil. Benim için bir şeyler yapmak niyetinde olduğunu biliyorum; ama ben o tür şeylere çok uzağım. Ömrümün otuz yılını sabah sekiz akşam beş tükettim. Şikayetçi değilim, lakin kendime pek zaman ayıramadım. Okumak istediğim kitaplar, izlemek istediğim filmler, yazmak istediğim öyküler, gezmek istediğim müzeler, araştırmak istediğim konular için emekli oldum. Ev ev gezip sizlere eşlik etmem mümkün değil, beni mazur görün.”
Sonra yakamı bıraktılar elbette. Onlar benim için üzülmüşlerdir; ama ben de onlar için çok üzülüyorum. Günler günleri, haftalar haftaları kovalarken topluca bir evden diğerine gidip sadece yedikleri karbonhidrat miktarını artırıyorlar. İnsanlarımız (özellikle kadınlarımız) en güzel altın yıllarını bu şekilde zayi ediyor. Sorsan “Sosyalleşiyoruz,” derler. Elbette ki sosyal destek ve birliktelik çok önemli; ama yalnızca hoş vakit geçirmek için bir araya gelmelerde üretilen tek şey dedikodu oluyor. Bir hedefe ve adanmışlığa sahip olmamak, hep mutluluk modunda yaşamaya çalışmak, bir şeyler üretmek için değil tüketmek için bir arada olmak… “Boş zamanlarında ne yapıyorsun?” kafasını yıllarca bize dayattıkları için zamanımızın içini boşaltıyoruz. Ölümlü olduğumuzu unutup zamanımızın kıymetini bilmiyoruz. Bu davranış biçimi bizden sonrakilere de sirayet etti. Boş boş dolaşan çocuklarımıza soruyorsunuz ne yapıyorsun diye “Zaman geçiriyorum,” veya “Zaman öldürüyorum,” diyor. Oysa zaman ve sağlık bizim en kıymetlilerimiz. Hayatı sadece bir oyalanmalar silsilesi olarak nasıl görebiliriz? Bu şekilde düşünen insanlar bana hep istenilen yere sürüklenebilir gibi gelir; çünkü hayat konusunda bir fikir edinmek şöyle dursun, kendi haklarında dahi oturup birazcık kafa yormamış, yormak istememişlerdir. Araştırmıyor, düşünmüyor, en basitinden bir fikir ortaya atıldığında sorgulayıcı gözlerle bakamıyorlar. Ve en kötüsü de bizim ülkemizde emekli olanların çoğu ölmeyi beklerken biraz oyalanıyor işte. Malum, emekli maaşlarının durumu da ortada, işin içine maddiyat da girince ne yapsınlar? İnsanlarımızın alanları daralıyor ve daha da etkisiz hale getiriyorlar kendilerini.
Oysa bunun tam tersi olmalı. Geçmişin deneyimi ve tüm bilgi birikimi belli bir yaşın üzerinde olan insanların beyinlerinin kıvrımlarında gizli. Devasa bir kütüphane…İçindeki bilgiler geleceğin nesillerine aktarılmadan bir köşede çürüyor. Geleceğe ulaşmadan yok olup gidiyor. Maddi sorunlarımız elbette var; ama geçmişle geleceği birbirine bağlayan kavşak bu yaş grubu. Çalıştık, yorulduk ve dinlenmeyi elbette hak ettik. Bu dinlenme yan gelip yatma, ev gezmelerine gitme veya kahve köşelerinde pinekleme anlamına gelmemeli. Hem kendimiz hem de ülkemiz için hayaller kurmalı, gücümüzün yettiğince ışımalıyız. Geleceği aydınlatmak ve hatta yanlış giden bir şeylere dur demek hala bizlerin ellerinde. Hele de öğretmenler…Öyle bir meslek ki asla emekli olunamaz, bilmenin sorumluluğundan kaçılamaz. Yurt dışında sadece öğretmenler değil belli bir yaşın üzerindeki eğitim almış insanların çoğu büyük kültürel sorumluluklar alıyor. İlber Ortaylı’nın bir konuşmasını dinlemiştim. Rusya’da, iyi eğitim almış emekli hanımlar müzelere gelen turistleri bilgilendirmek için gönüllü çalışıyorlarmış. İşleri ise müze ziyaretçilerine refakat edip kültürlerini tanıtmakmış. Avrupa’da birçok ülkede de yine emekli gönüller iş başında. Gençlere kültürlerinin aktarılması için gönüllü çalışan devasa bir grup var. Bu çaba takdire şayan; çünkü kültür aktarımını sağlamanın yanı sıra aralarındaki bağları da sağlamlaştırıyorlar. Biz ise bırakın kültürümüze sahip çıkmayı çocuklarımızı bile başı boş bıraktık. Kaynağını bilmediğimiz bir teknolojinin kucağına ittik onları. Oradan kültürleniyorlar. Bundan beş-on yıl sonra bu bağları istesek de oluşturamayacağız, belki de bu son viraj. En yaralayıcı olanı da bunca yılın birikimi olan kültürümüzün eğilip bükülmesi. Bir şeylere dönüşüyoruz; ama hayırlısı. Gündemimizde olması gereken şeylerden biri de bu. Bunca kargaşanın içinde birileri dünyayı istediği gibi şekillendiriyor. Bizler de uzaktan izliyoruz. Bu ülkeye bir borcumuz yok mu? Yazık değil mi?
Sevgiler, saygılar…