Duygularımızın, özellikle de olumsuz olanlarının bizi alarma geçirip bulunduğumuz durumdan çıkartmaya çalışmak gibi bir işlevi olsa da onlara uzun süre takılı kaldığımızda tahribatı çok büyük. Artık bilimsel çalışmalar bu savı destekliyor: “*Aşırı öfke durumlarında mide bulantısı, kramplar, baş ağrıları görülebilmektedir. *Üzüntü ve keder gibi olumsuz duygular akciğerlerin işlevlerini olumsuz etkileyebilmektedir. *Yaşanan üzüntünün sürekliliği akciğerleri etkileyerek göğüste baskı, ağırlık hissedilmesine yol açabilir, aşırı üzüntü ayrıca bağışıklık sistemini de zayıflatabilmektedir. *Aşrı korku, böbrekler üzerinde büzülme etkisi yaratarak onların işleyişini etkilemektedir. Böbreklerin işleyişindeki bir olumsuzluk ise yine daha fazla korku duygusu olarak kişiye geri dönmektedir. *Bir şeyi dert etmek, takıntı yapmak ise en çok mide-bağırsak sistemini vuruyor. *Dalgınlık, aşırı düşünce, zihinsel çalışma, kaygı, endişe gibi duygular da doğrudan dalağı etkilemektedir.”
Parça parça bölümler aktardığım makalenin sonunda ise bir öneri var. “Sağlıklı beslen, spor yap, kötü duygulardan uzak dur!” Sağlıklı beslen, spor yap kısmı anlaşılır ama kötü duygulardan nasıl uzak duracağımız meçhul. Biz dururuz da yanımızda yöremizde bulunan insanlar tarafından duygusal bir cenderenin içindeysek bunu nasıl yapabileceğiz? Bu konu hakkında pek bir bilgi yok. Mevcut bilgiler uzun yıllardır elimizde, daha önce de defalarca karşımıza çıktı. Serde gençlik olunca hiçbirimiz bunların üzerimizde doğuracağı sonuçları kestiremedik. Çevremizde sonbahar yaprakları gibi solan insanları görünce bile akıl edemiyoruz. Yapacağımız kökten değişiklikleri gözümüz almıyor. Bağlı bulunduğumuz alışkanlıklarımıza, sahip olduklarımıza yapışık kalıyoruz ve onları kaybetmemek için yorgun argın yere seriliyoruz. Kader de boş durur mu hiç? Üzerimize basıp geçiyor paspas gibi evelallah.
Ezilmeyi, küçük görülmeyi, sömürülmeyi sindirmeye çalışırken içten içe yıkılıyoruz. Maalesef biz eşek olduktan sonra her köşe başında semer vurmak için bekleyen çok oluyor. İyi niyetinden vuruyorlar insanları. Lakin o durumda olan, kendini yok etme pahasına insanlara “Dur!” diyemeyip ezilen insanlara anlatamıyorsun durumlarının vahametini. “Bu da geçsin, şu da bitsin,” silsilesine girdiklerinden kulaklarını tıkıyorlar size. Sonunda acınası hale düşüyorlar. Sizi kederinizle bırakıp pili bitmiş bir oyuncak gibi hareketsiz bir köşede kalıyorlar. Yapılan her zulme katlandıkları, gün yüzü görmedikleri, direnemedikleri, ‘hayır’ diyemedikleri, normal görüntüsünün altında içinde taşıdıkları narsistik özelliklerle hayatı burnundan getiren insanların her türlü şiddetine maruz kaldıkları için yarı canlı bir halde ölümü bekliyorlar. Elbette iyi niyetlerinden, elbette insanları sevdiklerinden ve onları mazur gördüklerinden bu muameleye uğruyorlar. En üzücü olanı da onların halis insan olup her şeyi sineye çekmeleri sonucu o hale gelmeleri.
Artık açık açık biliniyor ki özellikle psikolojisi gerçekten bozuk insanlar ortalarda cirit atıp insanları hasta ederken onların hasta ettikleri tedaviye geliyor. İşin toplumsal boyutu olduğundan psikoloji biliminin durumun kontrolü üzerinde yapabileceği pek bir şey yok, toplumsal tedbirlerin alınması gerekiyor. Yakınımızdaki insanları bile farkında olduğumuz halde kurtaramıyoruz; çünkü ortada açık bir suç yok ve mağdurun şikâyeti esas. En önemlisi de maruz kalanları uyandıramıyorsunuz. Çoğu o kadar endişeye, korkuya kapılmış oluyor ki bedenlerinin ve zihinlerinin çöktüğünün ayırdına varamıyorlar. Ta ki iş işten geçene kadar. Kadınlar bu konuda çok şanssız. Çevrelerinde dönen acil durum girdabına öyle bir kapılıyorlar ki varlıklarını bile unutuyorlar. Baştan öyle alıştırıldıkları için bir sorun çıktığı zaman hemen çözmeye çalışıyorlar. Bu peş peşe gelince de karşısındaki insan onu ezmek, daha çok kontrol altına almak için daha büyük bir iştah duyuyor. Her türlü ağır iş, eziyet ve hatta şiddet giriyor işin içine. Sonra gelsin demans, gelsin Alzheimer, gelsin felç, gelsin pıhtı atması. Özellikle de kadınların, uzun yaşasalar da kalitesiz ve hastalıkla yüklü bir hayatları oluyor ne yazık ki.
Türkiye’ye gelin olarak gelen yabancı bir hanım bizimle ilgili bir detayı fark etmiş: “Türk kadınları hastalık anlatmayı çok seviyor.” İnsanın şöyle diyesi geliyor: “Bacım, ne yapsınlar, anlatacakları başka bir şeyleri yok ellerinde kalan.” Ne yaşıyorlarsa fedakarlığın, ezilmişliğin dozunu ayarlayamadıklarından. Başka türlüsünü de bilmiyorlar. Defalarca söylüyorsunuz, doktorlar “Sakın ha!” diyorlar, kolları ve bacakları tutmasa da iplerini birilerinin eline verip düzen yürüsün, kimseler bize kızmasın diye her türlü acil durumun ve ağır işin içine giriyorlar. Sadece onlara değil çevresindeki herkese de normal geliyor durum. Asıl bunu aşamıyorsunuz. O yüzden bireysel mücadeleler işe yaramıyor. Toplumda böyle tükenmiş, sağlığını kaybetmiş insanların sayısını azaltmak ve sevdiklerimizi o halde görmek istemiyorsak onları bu hale getirenlerle ilgili acil bir şeyler yapılmalı.
Sevgiler, saygılar…