“Her şeyimiz olsun; ama biraz zahmetsiz olsun,” kafasına büründüğümüz için çekiyoruz bunca sıkıntıyı. Daha en başından elimizi taşın altına koyamadığımızdan, herkes yolunu tutturmanın derdinde olduğundan belki de bir parça. Mikronlara bölünüp bir araya gelemememizin altında yatan da bu. Neler kaybediyoruz, orası bir zaman sonra elbet ortaya çıkacak. Umarız, o kadar geç olmaz. Şimdilik herkes her yerde sadece konuşuyor. Televizyonlar, sanal platformlar, sokakta köşe başları, evlerimizde rahat koltuklarımız, bağlarımız, bahçelerimiz… Hepsi de çok güzel ve rahat mekanlar. Konuşarak rahatlıyoruz, her birimiz sorunların çözülmesini bir diğerinden bekleyerek. Eleştireniz, yargılayanız…Ama yapan eden değiliz. Üzerimize bir ölü toprağı serpilmiş gibi.
Birçok toplum böyle donuk bir dönem geçirmiştir. Hatta yere göğe sığdıramadığımız o Avrupa bile. Mesela II. Dünya Savaşı’nın kapılarına kadar dayanacağını sanmayan Parisliler hiçbir şey yokmuş gibi günlük hayatlarını sürdürebilmişler. Balolar, şık kıyafetler, aksatılmayan tüm sosyal faaliyetler… Hepsinin kulakları savaşa tıkalı, günlük küçük sıkıntılarından başka dertleri olmayacağı psikolojiyle yaşayıp gitmişler. Şehirlerine Nazilerin girmeyeceğini düşünmüşler. Stefan Zweig’in “Günlükler”ine şöyle bir göz gezdirmek yeterli. İnsan psikolojisinin en anlaşılmaz kör noktası bu, felaketler alenen kendini gösterirken bizim başımıza gelmeyeceğinden emin olabiliyoruz. Yakın tarihten başka bir örnek vermek istiyorum. Ruh sağlığı hastanelerinde yatarak tedavi görmekte olan hastalarla yapılan görüşmelerle ilgili bir raporda rastladığım bir bilgi beni beynimden vurdu:
“T.Z 25 yaşında bekar bir erkek. Suriye vatandaşı ve bir mülteci kampında yaşıyor. Meslek lisesi mezunu ve savaştan önce ülkesinde marangozluk yapıyormuş. Kendisine konan teşhisi bilmiyor. Suriye’deki hastanelerde belli aralıklarla toplam 3 ay psikolojik tedavi görüyor. Hastaneye ilk yatış sebebini, ‘Suriye’de savaş çıkacağını biliyordum. Bunu aileme birçok kez söyledim. Sonunda beni deli diye hastaneye yatırdılar,’ diye açıklıyor.” (Psikiyatrist Tolga Erdoğan’ın yaptığı görüşmelerden alınmıştır.) Görüşme yapılan kişinin savaşın çıkacağını öngördüğü için akıl hastanesine yatırıldığı iddiası çok ürkütücü. Demek ki biz insanlar korktuğumuz ve gerçekleşmesi hayli olası ihtimallerin dile getirilmesinden, kulağımızın dibinde seslendirilmesinden pek hazzetmiyoruz. Acaba bunun için mi gerçek sorunlar rafa kaldırılırken günlerce, haftalarca ve aylarca incir çekirdeğini dahi doldurmayan hep aynı terennümler dökülüyor dillerden. Bir de öyle hararetli ayrışılabiliyor ki karşıt görüşte olanların neredeyse gözleri çıkartılacak. Kavgaya dönüşmüş onca tartışmadan bir çözüm çıkmadığı gibi asıl ciddi sorunlarımız arka fonda günbegün büyüyor.
Medet umulanlar böyle gırtlak gırtlağa girerken vatandaş olarak bizler de kavgaları ve tartışmaları izleyerek sorunlarımızdan kurtulacağımızı sanıyoruz. Hepimizin zihnini bir sis gibi yanlış bir ilerleyici anlayış kaplamış durumda. Bu felsefi öğretiyi (kaldı ki doğruluğu kişiden kişiye değişir) “Hiçbir şey yapmadan oturarak da işler düzelir,” diye mi algılıyoruz acaba? İşlerin düzelmesi her noktada elbette mümkündür, tabii gerekeni yaparsan. Bundan mı kaçıyoruz? Nereye kadar kaçabileceğiz? Kaçamayız, bizden önce de kaçamadılar. İnsan olarak var olmanın diğer adıdır mücadele. Anne karnına düşmeden önce başlar ve mezara kadar bizi takip eder. Sıradan hayatlarımızda verdiğimiz mücadeleyi ulus olarak da vermek ve hep gözümüzü açık tutmak zorundayız. Bir iki kişinin uyanması da yetmez. Ancak topyekûn olursa bir anlamı olur. Mikrofonu eline alıp saatlerce konuşarak değil, bir araya gelip gerçek sorunlara parmak basarak, asıl gündemin bütün örtülerini kaldırarak yapabiliriz.
Bir avuç insan denedi, bazıları hala deniyor vatandaşlarımızı uyandırmayı. Maalesef komplocu ilan ediliyorlar, itibar suikastine uğratılıyorlar. (Bana kalırsa “komplo teorisi” kavramının bizzat kendisi komplo teorisi.) Alay konusu olmak, küçük düşürülmek, şarlatan ilan edilmek pahasına gerekli uyarıları yapanlar kendi isimlerini temizlediler. Sahte gündemleri ateşleyip sürekli konuşanlar, bizleri ve zihinlerimizi başka şeylerle meşgul edenler tarihin sayfalarında pek de iyi yad edilmeyecekler. Çünkü şu an dünya tartışılanların çok ötesinde bir geleceğe hazırlanıyor. Hiç duymadığımız, hiç görmediğimiz şeylere aşina oluyoruz. Tüm bunlara gözlerimizi kapatamayız: Dijital para, yapay zekâ, Musk’ın füzeleri, salgın hastalıklar, chemtrails uçakları, zihin ve algı kontrolü, robot orduları, iklim kontrol sistemleri, bebek tarlaları, yapay et…Öyle çok ki. Bugün ülkemizde bilmem kaç g’nin kullanılmasından bahsediliyorsa bizden daha yüksek teknoloji kullananların olabileceği şiarıyla bu alanlarda tedbir almamız gerekmez mi? Tedbir alabilmek için de bunların gerçek sorunlar olarak açık yüreklilikle ortaya konulması ve tartışılması gerekmiyor mu? Elimiz kolumuz bağlı, büyük bir yıkımın kapıya dayanmasını mı bekleyeceğiz?
Sevgiler, saygılar…