Boğazımıza kadar sanallığın ve sahteliğin içine gömüldük, gerçekliğin kapılarını tekrar ardına kadar açmak zorundayız. Bir gün gördüğümüz rüyaları gerçek sanacak kadar hayattan kopacağız diye endişeleniyorum. Yalanlara alışmış bir zihin en küçük bir sorunla karşılaşınca başkalarının elleriyle yaratılmış bir diyara rahatlıkla göç edebilir. Bunca yapaylığın içinde bir süre sonra biz hayal olacağız ki bazılarımız avatarlarını oluşturarak daha şimdiden böyle bir evrene adımını attı bile. “Gerçeklerden uzaklaşırsak sorunlarımızdan da kurtuluruz.” kafasına mı girdik nedir? Gittiğimiz yol yol değil zannımca, ilerisini düşünemiyorum. Gerçek dünyaya yabancılaştıkça yabancılaşıyoruz.
Gerçeğin peşinde olan ve bize göstermeye çalışan bir avuç insan kaldı sadece. Onlara da yapmadığımızı bırakmıyoruz. Bize tüm olan biteni katıksız anlatamadıkları için bazen süslüyor, bazen de uygun zamanımızı kollayıp alıştıra alıştıra, dirhem dirhem söylemek zorunda kalıyorlar. (Sonuçta komplocu diye linç yemek de var.) Oysa gerçeği görmek ve gerçekçi olmak hepimizin sorumluluğunda olan bir şey. Gerçeğin aleyhindeki zihin bulandıran yalanlara ve göz boyamalara karşı zihnimizi hep tetikte tutmak zorundayız. “Toprak üzerinde gördüğümüz her şey, her durum gerçeğin yarısıdır aslında” diyor bir kitabında İsabel Allende. Nasıl oluyor da gerçeğin yarısına sahip olabiliyoruz? İki şekilde: Birincisi biraz kişisel, bizim gerçeklik algımız kişisel yaşantımızın bir uzantısı olduğundan olayları bu algılara göre çarpıtabiliyoruz. İkincisi toplumsal. Birileri gerçekleri değiştiriyor, kitlesel olarak bizi istediği yöne sürüklüyor.
Birinci kısmıyla ilgili epey bir sosyal deney yapılmış. Bir tanesini özetleyelim: Bir olay kurgulanıyor ve bu olayın içine olaydan tamamen habersiz denekler sokuluyor. Denekler sözüm ona bir gaspa şahit oluyorlar. Gözlemciler, deneklerden olayı anlatmalarını istiyorlar ve anlatılanları kayıt altına alıyorlar. İşin içine korku faktörü de girince deneklerden hiçbiri olayı yüzde yüz doğru bir şekilde aktaramıyor. En yakın doğruluk payı yüzde kırk oluyor. Tabi video çekiminden habersiz bizim deneklerde ne masallar ne masallar… Olayın ana kahramanını hiç hatırlayamayandan tutun da kadın kahramanı erkek, erkeği kadın diye anlatanlar; görevli aktörlerle deneklerin toplam sayısı yirmiyi geçmezken yüzlerce kişinin orada olduğunu savunanlar; ortada silah yokken silah gördüğüne yemin billah edenler…
Nihayetinde olay videosu deneklere izlettiriliyor, hepsi söylediklerinin doğruluğundan o kadar emin ki videoyu izlerken şaşkınlıktan donuyorlar. Hatta videoda kendilerini gördükleri halde bunun o olay olmadığını şiddetle savunanlar bile var. (Çok uzak bir çekim olmamasına rağmen bazıları kendilerini bile seçemiyorlar videoda.) İşin en acınası yanı deneklerin aklı başında, iyi eğitimli, önemli meslek grubundan insanlar olması. Sonuçta her insanın; zihninin görme şekilleri ve algıları doğrultusunda gerçekleri esnettiğini, bazen değiştirdiğini, yeniden başka bir gerçeklik kurguladığını anlamış oluyoruz. Yani gerçeklik söz konusu olduğunda kendimize bile fazla güvenemeyiz.
İşin toplumsal boyutu çok daha tehlikeli. Salt gerçekliğe ulaşmamızın önündeki en büyük engellerden bir diğeri de kendi çıkarları için bilinçli olarak gerçeğe el atıp onun üzerinde oynayarak kitleleri yalanlarla oyalayanlar. Öyle çoklar ki, üstelik her yerdeler. Reklam panolarında, dinlediğimiz cıngıllarda, izlediğimiz filmlerde, okuduğumuz kitaplarda, propagandalarda… İşlerine gelecek şekilde bizi yeniden yapılandırmaya çalışıyorlar: Kendimize inancımızın derecesini, güzellik algımızı, ihtiyaçlarımızı, sosyal ilişkilerimizi, uğraşılarımızı, yeteneklerimizi ve hatta ideallerimizi… Bu liste uzadıkça uzar, her alana el atmış durumdalar. Öyle ki onlardan bir sıyrılıp aslında kendi gerçekliğimizin neler olduğunu bulmaya yeltensek daha dengeli, mutlu ve sağlıklı insanlar olacağız; ama bizi kontrol edebilmek için yakamızı bırakmıyorlar.
Çocuksu bir inanma isteğiyle kapılıyoruz onların yalan rüzgarlarına. Görmemizi istemedikleri şeyi gözlerimizin önünden çekiyor, inanmamızı istediklerini gözümüzün önüne asıyorlar. Ayağımızın yere sağlam basmasını istiyorsak kendimizden başlayarak tüm gerçeklik algılarını sorgulamak, bir gerçeklik ustası olmak zorundayız. Yoksa bir ömür boyu yalandan yaşar, hatta kendimiz yalan olur gideriz.
Sevgiler, saygılar…