Yavaş yavaş altımızdaki halıyı çekiyorlar. Bizde bir rehavet, bir rahatlık…Sanki dünya çok güvenli bir yer, bizler de hiçbir tehlikeyle karşılaşmayacakmışız gibi bize sunulan her türlü reçetenin üzerine kapaklama atlıyoruz. Sorgulama, düşünme ayarlarımız bozuldu kesinlikle. Yıllar önce üniversitede birlikte çalıştığım yaşça benden bir hayli genç bir arkadaşım “Şu seksenden önce doğanlar bir ölse de hepimiz kurtulsak!” demişti. “Neden?” diye sorduğumda da “Olan biteni anlamıyorlar; çünkü sorgulamıyorlar,” diye yanıtlamıştı. “Ne de olsa henüz çok toy,” diye bozulduğum halde belli etmemiştim. Aslına bakarsanız, onun da pek bir şey sorguladığı yoktu. Şimdi anlıyorum ki eleştirerek sorumluluğundan kurtulmaya çalışıyordu bir nebze. Dünyada işler artık bu şekilde yürüyor. Sorgulamayı bıraktık, eleştiri kisvesi altında birbirimizi suçluyoruz sadece. Aramızda sorgulamayı becerebilenler de var ve olan onlara oluyor. Doğruları gördükleri ve göstermeye çalıştıkları için kimsenin istemediği insan oluyorlar. İşler çıkmaza girince bütün oklar hep onlara dönüyor. Onlar dışında da herkes cehennem kazanında gayet rahat yaşıyor. Bunca rahatlığın, uyuşukluğun, sorgusuz sualsiz her şeyi kabulün sonu pek iyi olmayacak.
Mücadele etmezsek insanlık olarak çok kötü günler bizi bekliyor. Bizi sürekli gündem dışına iten; aldığımız nefesten, içtiğimiz suya, evimize barkımıza kadar her şeye elini uzatmış olan sinsi bir canavar var. Ne hikmetse sorgulayacağımız yerde onu bir parçamız olarak duyumsuyoruz. Ensemize çöktü demeyeceğiz, damarlarımızda dolaşıyor resmen. Bizi sentetik bir hapishanenin içine sokuyor, bizde hala en ufak bir uyanış yok. Market market dolaşıp yağın, yumurtanın, sebzenin, meyvenin, hububatın doğalını arayan bizler kendi doğamızdan uzaklaştırılıyoruz; kimsede çıt yok. Birilerinin belirlediği gündemin ve güncelin sınırları içinden çıkaramıyoruz kendimizi. Hafızamız balık hafızasına çevrildi, unuttuk bazı şeyleri. Yakın zamana kadar insanların maruz kaldığı radyasyon, elektrik manyetik alanı, wife dalgalarının doğaya ve beynimize yaptığı tahrifat gibi konular tüm haber kanallarında bangır bangır yer alıyordu. Ne oldu onlara? Niçin kestiler bu tip haberleri? Yakın zamanda sözü edilmediği için hatırlayamıyoruz. Ne hikmetse bu alandaki bilimsel çalışmalar da elini ayağını çekti hayatımızdan. Görmeyince, duymayınca bu zımbırtılardan zarar görmüyor muyuz artık?
Bir yandan sağlığımızı diğer yandan da özgürlüklerimizi kaybediyoruz. Eskiden bizi alıştırdıkları hali kurbağa etkisiyle özetliyorduk. Bilirsiniz, kurbağalar soğuk suyun içine atılır ve su yavaş yavaş ısıtılır, su kaynamaya başlayınca kurbağalar haşlandıklarını bile fark edemeden ölür giderler. Toplumsal teslimiyetleri sağlamak için kullanılan bir yöntemdir. Şimdi daha gelişmiş bir yöntem uyguluyorlarmış üzerimizde. Bu yönteme “donma etkisi” diyorlar. Aradaki en önemli fark bizi “hiçbir şey olmayacak” hissiyle uyutmalarıymış. Donmayla kastedilen bizi hareketsiz kılıp istedikleri noktaya getirmek. Bunu da ısıyı (etrafımızdaki etkilerini) yavaş yavaş düşürdükleri için “Biraz üşümekten ne çıkar?” mantığıyla olan bitenleri pek ciddiye almıyormuşuz. Yani sürecin farkındayız; ama sürecin son aşamasında başımıza gelecekleri umursamıyoruz. Bizleri aşama aşama soğutup en son noktada her şeyi buz kestiriyorlarmış. Sonuçta da etraf birden buza kestiği için bir avuç donmamış azınlığın istediği oluyormuş. Toplumun en kabul etmediği seçenek gerçekleşiyormuş. Bunu ben söylemiyorum Aleksander Sicgenfeld söylüyor. (Herkese Bilim Teknoloji Dergisi, 24 Ekim 2024 sayısı)
Şu an bize yapılan da bu, üstelik de tüm dünyada. Nuh’un gemisine bir adım kaldığını söyleyebiliriz. İş o raddeye geldi ki düşünmeyi ve araştırmayı bırakıp bu işi de yapay zekaya yükleyeceğiz. Yapay zekanın dizginlerini ellerinde tutanlar, şimdiden zafer çığlıkları atmaya başladılar. “‘Yapay Zeka Bilimleri’ adı altında insan olmadan bilimsel araştırmalar yapacak yapay zekalar geliyor,” diye nasıl mutlular. Eskiden IOI (Internet of Things, Nesnelerin İnterneti) varken şimdi bizim yerimize araştırmalar, icatlar yapacak olan cicilerimiz var.
Gittikçe Matrix’e hapsoluyoruz. Bunlara bir “Dur!” demezsek tüm distopyalar gerçekleşecek emin olun. Çünkü hiçbir önlem alınmıyor; tam tersine gelişme adı altında bize yutturulan, zihinlere bir pranga gibi vurulan sistemlere kurtarıcı gözüyle bakılıyor. Çaresiz ve savunmasız hastalarımızı bunların eline bırakmaya, trafiğin kontrolünü teslim etmeye, en değerli varlıklarımız olan çocukların zihinlerini hiç bilmediğimiz birilerine emanet etmeye ne kadar da teşneymişiz.
Teknolojinin ve onların bize şirin gösterdikleri sistemin içinden biraz sıyrılıp bunca teslimiyetin bize neye mal olacağını sorgulamazsak özümüze dönüş kapılarımızı tamamen kapatmış olacağız.
Sevgiler, saygılar…