İnsanın en büyük uzvu sezgileridir; ama onu kullanmayı öğrenmeyiz, böyle bir ders henüz yerleştirilmedi müfredata. Eğitim bilimleri sanırım üfürükçülükle suçlanacağız korkusuyla biraz mesafeli duruyor “sezgi” konusuna. Birkaç bilim insanının şöyle bir değindiği bu alanın insan hayatındaki etkisi görmezden gelindiğinden diğer tüm konularda olduğu gibi “sezgilerinin farkında olma ve onu geliştirme konusu” da merdiven altı kişisel gelişimcilerin elinde oyuncak oluyor, hal böyle olunca da ciddiyetini kaybediyor. Yazık oluyor; çünkü insanoğlu hayatında birkaç yolun kesiştiği bir kavşağa geldiğinde sezgileriyle karar verir ne yöne gitmesi gerektiğine. Sezgilerimizle iletişim kurmayı bilmediğimiz veya onlarla iletişimimizi kestiğimiz için bodoslama bir kararla bizimle hiç ilgisi olmayan bir yola gireriz. Sonra da gelsin mutsuzluklar, gelsin umutsuzluklar.
Bu konuda verilecek eğitimde dikkat edilmesi gereken en önemli nokta; bu eğitimin bireysel olması. Çünkü uyarı mekanizmaları kişiye hastır. Kimisi gözlerinin önüne gelen görüntü, kimisi ürperme, kimisi de içinde bir his olarak tanımlar sezgilerini. Bu farklılıklara rağmen edinildiğinde herkesin hayatında aynı sihri yaratır: İsabetli kararlar verme, doğru olanı yapma. Böyle bir gücü elimizin tersiyle itiveriyoruz. Daha da acısı, sezgilerimize güven duymaktan korkuyoruz. Belki de korkutuluyoruz; çünkü bizim özgürce kararlar vermemizi istemeyen sistemlerin sezgilerimizle kurduğumuz bağ işine gelmediğinden bizi yeri geldiğinde “komplo teorisyeni” olarak bile yaftalıyabiliyorlar. Sezgilerimiz doğru karar vermemizi sağladıkça onların çemberinin dışına çıkabiliriz. Daha az alışveriş yapan, kendi öz benliğine sahip çıkan, bilinçli yaşayan, seçimleri yönlendirilemez insanlar haline gelebiliriz ve bizi istedikleri yöne çekemezler. Bu da onların işine gelmez. Tüm büyük şirketlerin, kafamıza sokulmak istenen fikirlerin, alıştırılmamız istenen düzenlerin havaya uçurmak istediği en güçlü kalkanımız sezgilerimizdir. Bunun için de ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Algılarımızla oynayarak sezgilerimize ulaşmamızı öyle bir engelliyorlar ki zaman zaman zihnimizde patlayan bir düşüncenin bize aitliğinden dahi emin olamıyoruz. Onun için bence yapılacak ilk iş kendimizle bağ kurmak. Çok güzel bir yolu var, günlük tutmak. Hani şu günü gününe (bazen de ara vererek) başına geçtiğimiz; yaşadıklarımızı, duygu ve düşüncelerimizi tarih atarak kaydettiğimiz defterler. Hem kendi tarihimizi hem de toplumun tarihini kayıt altına almış oluyoruz aynı zamanda. Maalesef, teknoloji her şeyi elimizden çekip aldığı gibi onu da aldı. Yavaş yavaş “1984”e sürükleniyoruz sanki.
“1984” romanında, günlük tutmak yasak olduğu için kitabın kahramanı köşe bucak kaçarak günlük tutar. Zaten kendisi de tarihi değiştirme bürosunda çalışmaktadır, asıl görevi tarihi silip değiştirmek olan birinin günlük tutarak tarihi kaydetmeye çalışması çok büyük bir çelişki tabi. Size “distopya” gibi geldi değil mi? Gelir tabi, böyle bir yasak mümkün görünmüyor da ondan. Yasak olmasına gerek yok, bir iki kelam karalamaya müthiş üşeniyoruz yahut çoğumuza saçma geliyor. Ve vazgeçtik bu hakkımızdan. Korkum şu ki bir gün daha da ileri giderek tüm haklarımızdan “Cesur Yeni Dünya” romanında olduğu gibi gönüllü olarak feragat edeceğiz. Zaten daha şimdiden romandaki insanları rahatlatan “SOMA”ların görevinin dik alasını günümüz teknolojisi devralmış durumda. Aslına bakılırsa bizim durumumuz daha da vahim, belki biraz daha “Matrix” filmindeki gibi. Yavaş yavaş kendimizi yarattığımız makinelere (şu an yapay zekâ) teslim ediyoruz. Zihinlerimizi de onlara emanet edersek bırakın sezgilerimiz üzerinde düşünmeyi belki de insan olduğumuzu bile unutacağız.
Günlük tutarak yakaladığımız sezgilerimizi nasıl derinleştireceğiz peki? Birkaç çözüm yolu var elbette. Ama en önemlisi sanatla uğraşmak. Üstelik de derinliği olan, insanın ruhunu dinlendirirken zihnini yoran türden bir sanat. Bir diğeri de matematiksel düşünceyi desteklemek. İster matematiğin kendisi olsun isterse içinde matematik barındıran zihinsel oyunlar olsun, tercih sizin. Yeter ki adına “modern hayat” dedikleri bu keşmekeşin içinden çıkıp kendi özvarlığınızla buluşacak bir iki saatlik zaman ayırın ruhunuza. Biraz şiir, biraz roman, biraz müzik, biraz resim belki… Türü önemli değil, zamanın nasıl geçtiğini unutturması yeterli. Algı kirliliğini bu şekilde temizleyerek ulaşabiliriz sezgilerimize. Elini böyle güzelliklere uzatan birinin de bir gün sezgileri tam kapasite geri döner, şüpheniz olmasın.
Sevgiler, saygılar…
Harikasınız ellerinize sağlık çok güzel bir yazı kaleme almışsınız tebrikler iyi çalışmalar dilerim