Dönem edebiyatlarını anlattığımız için biz edebiyatçılar şunu çok iyi biliriz “Ömrünüzü içine sığdırdığınız, tanıklığını yaptığınız tarihin bir parçasısınızdır.” Tarih dediğimiz şey anların uç uca eklenmesinden başka bir şey değildir biraz daha yukarıdan baktığımızda. Tarihe tanıklık etmek aynı zamanda onun bir halkası olmaktır. Bunu kabullendiğimizde ise büyük bir sorumluluk altına girdiğimizden midir nedir gözlerimizi kapatırız bu gerçeğe. Var olma sorumluluğu, akıp giden zamanın ruhunu anlama sorumluluğu ve hatta belki de zaman zaman olaylara müdahale etme sorumluluğu…Bizler sorunsuz, suya sabuna dokunmadan tüketilen bir ömür isteriz. “İnsan olarak buradaysam, bir şeyler yapmak, etkili olmak zorundayım.” diye düşünmeyi aklımızın ucundan bile geçirmeyiz.
Bu kadar değerli olan zaman bizlere acaba televizyonun başında magazin programlarını izlemek veya dost akrabanın dedikodularına iştirak edebilmek için mi verildi? Düşünmeyiz, düşünmemek için elimizden geleni yaparız. “Bir şeyler yapmak zorundayım.” düşüncesi başımızı belaya sokar, biz de bunun bedelini ödemek istemeyiz. Kendi hedefimiz doğrultusunda koşulları sürükleyen değil de başkaları tarafından onların amaçları uğruna sürüklenen olmayı yeğleriz.
Ve perde…Kaderin çarklarını bizim aleyhimize çeviren oyunun başlangıç zili çalar. Biz yaşadığımız hayatın ve zamanın kıymetini bilmediğimiz için bazı güçler bizi bir nesne gibi oradan oraya sürükler, istediği köşeye koyar, bize istediğini yapar. Maddi gücümüz azalır, yasal haklarımız kısıtlanır, hayatımızın bir önemi olduğunu hissettirmediğimiz için can güvenliğimiz bile ortadan kalkar. Birey olmanın sorumluluğunu elimize almadığımızdan bir tiyatroyu izler gibi uzaktan izleriz olan biteni. İşte size insanlığın yüzde doksanının hali.
Bir insan için ölümden de beter, ne zavallı bir durum. Korku diyemiyorum, korkudan da öte, bir yok oluş demek daha doğru olur. Düşünsenize son hızla giden bir aracın direksiyonundasınız; fakat direksiyonu kavrayıp uçuruma doğru sürüklenen aracın yönetimini elinize almak istemiyorsunuz. Olabilir mi? Önce kendimizden başlayarak bir bakalım çevremize herkes kendi hayatının kontrolünü eline alabilmiş mi? Tabi ki kabul etmeyiz tarihin bir parçası olduğumuzu. Bu bizim direksiyonun başına geçmemizi ve olası kazaların sorumluluğunu üstlenmemizi gerektirir. Uyanmayı, ters giden bir şeyleri değiştirmeyi gerektirir, belki de elimizi uzatıp birilerini durdurmayı. Buna gücümüzün yetmeyeceğini düşündüğümüz için de bizi mışıl mışıl uyutan, zamanımızı boşa harcayan kalabalıkların içinde ömrümüzü heba ederiz. Ne tatlıdır o uyku…Her şeyi unutturan, bizi edilgenlikten edilgenliğe sürükleyen.
Üzerine bir de sızlanmayı, mağduriyet edebiyatını ekledik mi tamamdır; kimsecikler bize dokunmaz, bizden bir beklentiye girmez. Toplumumuzun bu noktaya geldiğini üzülerek görüyorum: Sızlanarak kendini acındırma. Çoğu insan bunu kasıtlı olarak yapmıyor, sadece refleks olarak ortaya çıkıyor diye düşünüyorum. Biri gelip derdini dökmeye başlıyor, anlatıyor anlatıyor. Dinliyorsunuz, birlikte kahroluyorsunuz. Sorunu çözmek için çareler düşünüyorsunuz. Sunduğunuz her çözüme karşın, “ama” ile başlayan karşılıklar alıyorsunuz. O kişi için bir şey yapamayacağınızı, dertlerini anlattıktan sonra yine aynı noktaya geldiğini görüyorsunuz. Anlıyorsunuz ki, kurban olma psikolojisine şartlandırıldığı için kendini zayıf görüyor ve asla kurtulmaya çabalayamayacak.
Maalesef hepimiz bir parça böyleyiz. Bunun için değil mi zaten “Bir Millet Uyanıyor” diye bir film çekildi vakti zamanında. Önünde saygıyla eğildiğimiz İstiklal Marşı şairimiz tüm o olumsuzlukların içinde bizlere “Korkma!” diye seslendi. Yahut Büyük Önderimiz gençlerimize “Birinci vazifen…” diye uyarılarda bulundu hitabesinde.
Uyanalım, korkmayalım, vazifelerimizi unutmayalım…Çünkü biz o bahsi geçen “Aziz Türk Milleti”yiz.
Sevgiler, saygılar…