Sanırım ocak ayıydı. İstanbul'daki CHP'li belediyelere yönelik soruşturmalarda belediye başkanlarıyla ilgili gözaltı ve tutuklama kararlarının gelmeye başladığı ilk günlerdi.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'na, Saraçhane’deki basın toplantısında ilk kez o soru soruldu:
"Belediyelere yönelik soruşturmalarla ilgili bir endişeniz var mı?"
İmamoğlu da yanıtını verdi: “Rubicon’u geçenler için kaygı ve korku yoktur.”
Türkiye'nin ilk kez duyduğu ‘Rubicon'u geçmek’ deyimi ne anlama geliyor?
Rubicon, Roma İmparatorluğu’nun İtalya topraklarındaki en önemli sınırlarından biriydi. Günümüzde İtalya’nın kuzeyinde bulunan bu küçük nehir, Roma kanunlarına göre aşılmaması gereken bir çizgiydi.
Dönemin katı kurallarına göre hiçbir Roma generali, ordusunu bu nehrin güneyine geçiremezdi. Bunu yapması, “açık bir savaş ilanı” ve “vatana ihanet” olarak kabul edilirdi.
M.Ö. 49 yılının 10 Ocak günü, dönemin ünlü komutanı Julius Sezar, Roma Senatosu ile yaşadığı siyasi anlaşmazlık sonucunda ordularıyla birlikte Rubicon Nehri’ne geldi.
Uzun süren bir düşünme sürecinin ardından, “Alea iacta est” (Zar atıldı) diyerek nehri geçti. Bu karar, Roma’da bir iç savaşın başlangıcı oldu.
İşte bu “Rubicon’u geçmek” deyimi, o günden bu yana “geri dönüşü olmayan bir karar almak”, “kritik bir eşiği aşmak” anlamında kullanılıyor.
Deyim, “Alınan kararın sonuçlarının tam olarak bilinmese de artık geri dönülemez bir yola girildiğini” anlatıyor.
İmamoğlu'nun Rubicon'u geçmesinin ardından iki ay geçti ve 'kent uzlaşısı' kapsamında terör örgütü PKK'ya, belediye başkanı seçimlerinde kendisine oy verilmesi karşılığında para aktarmak ve belediye ihalesinde yolsuzluk yapmak suçlaması ile iki ayrı soruşturma kapsamında gözaltı süreci başladı.
Saraçhane önünde ve Türkiye'nin dört bir yanında yüzbinlerin katıldığı protesto eylemleri sürerken, pazar sabahı da terör soruşturmasından aklandı ama yolsuzluk soruşturmasından tutuklanarak Silivri Cezaevi'ne gönderildi.
Böylece ‘heybedeki turp’un ne olduğunu bütün millet de anlamış oldu.
Şimdi…
Bütün bu yaşananların hem Türk siyasetinde hem toplumda hem de ekonomide hem dış siyasette çok önemli sonuçlarının olacağını hepimiz biliyoruz.
Ama benim en çok tedirginlik duyduğum tarafı elbette ekonomi. Çünkü siyasal iktidar, attığı adımlarla ekonomide inanılması güç riskler yaratmış bulunuyor.
En son geçen cuma günü gözaltı kararının ekonomide bir günde yarattığı sarsıntıyı anlatmaya çalışmıştım. Bugün de karşı karşıya olduğumuz riskleri tekrar özetleyelim:
Borsa…
En sert tepkiyi borsa verdi. Borsa'daki şirketlerin piyasa değeri kabaca 2 trilyon lira düştü.
Piyasadan yabancı çıkışları oldu, yerli yatırımcılardan da dövize geçişler hızlandı. Gösterge Faizinin oranı yüzde 37,09’dan yüzde 44,60’a yükseldi, dolayısıyla Hazinenin borçlanma maliyeti 7,51 puan arttı.
Türkiye’nin risk priminin (CDS primi) 250 baz puandan 328 baz puana yükseldiğini söylemiştim. Bunun anlamı şu, bu artış, dış borçlanma maliyetimizi ciddi şekilde artırmış oldu.
Ve en büyük endişemiz. Döviz kuru elbette. TCMB, bütün bu siyasi gelişmeler karşısında kurun fırlayıp gitmesini önlemek için piyasaya sürekli döviz satışı yaptı ve bu nedenle rezervlerinde 25 milyar dolara yakın azalma oldu.
Bu gelişmelerden en olumsuz etkilenen kesimlerden birisi olan bankacılık kesimi yaklaşık yüzde 25 oranında değer kaybına uğradı.
TCMB Para Politikası Kurulu, rezervlerdeki erimeyi ve CDS primindeki yükselişi frenleyebilmek için olağan dışı bir toplantı yaptı ve gecelik borç verme faizini yüzde 44’den yüzde 46’ya yükselterek faiz koridorunu genişletmek zorunda kaldı.
Bu bir haftalık sürede kamu bankaları ve kurumları aracılığıyla boyutunu tam olarak belirleyemediğimiz bazı müdahaleler daha yapıldı.
Ve yurt dışından Türkiye’deki yatırım ortamına yönelik ağır eleştiriler geldi. Bu gelişmeler ileride Türkiye’nin kredibilitesi hakkında karar verecek olan reyting kuruluşlarının kararlarını da olumsuz etkileyecek gibi görünüyor.
Bugün itibariyle yeni bir haftaya giriyoruz. Herkesin gözü yine Borsa'da, ekonomide.
3 yıl sonraki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar, Türkiye'yi zor günler bekliyor. Aklı selim, sağduyulu insanlar ise büyük bir endişeyle olacakları izliyorlar! Çünkü Türkiye'de artık "Alea iacta est.”. Yani zarlar atıldı.
Ve son bir haftadır meydanlardaki insanları izledikçe anlaşılıyor ki, Türkiye'de Rubicon nehrini geçen sadece İmamoğlu değil!
6 CHP'Lİ BAŞKAN CEZAEVİNDE
31 Mart 2024'ün üzerinden henüz bir yıl geçmeden, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu da dahil olmak üzere 6 CHP'li belediye başkanı tutuklandı.
İlk tutuklanan kişi Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer'di. 2024 yılının ekim ayının son gününde yaşanan bu gelişmenin ardından, 16 Ocak 2025'te ise bu kez Beşiktaş Belediye Başkanı Rıza Akpolat hakkında tutuklama kararı verildi. Ardından Beykoz Belediye Başkanı Alaattin Köseler de 9 Mart 2025'te cezaevine gönderildi.
Ve bir haftadır yüzbinleri sokağa döken gözaltıların ardından da Beylikdüzü Belediye Başkanı Mehmet Murat Çalık, Şişli Belediye Başkanı Resul Emrah Şahan ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu 23 Mart 2025'te tutuklanarak cezaevine gönderildiler.
Türkiye son derece olağanüstü günlerden geçiyor. Halkın oylarıyla gelen belediye başkanları birer birer gözaltına alınıyor. Ve hepsi de "İstanbul'u kaybeden Türkiye'yi kaybeder" denilen o kadim şehirde yaşanıyor.
Siz ne söylerseniz söyleyin. Bana göre, milli irade çok büyük yara aldı!