Kovid-19 tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de her şehri her yerleşim bölgesini ve hatta her evi etkiler hale geldi.
Ben de kovid-19 virüsü bulaşanlardan birisiyim. Bir takım semptomların ortaya çıkması üzerine yaptırdığım testim pozitif çıktı. Doktorlar ne yapmam gerektiği konusunda kısa bir aydınlatıcı bilgi verdiler ve bir kutu ilaç ile evime çekilmem, izalosyona uymam gerektiğini söylediler. Cep telefonumda “Hayat Eve Sığar” uygulaması vardı. Hemen mesajlar gelmeye başladı.
Evde bir odada tek başıma yaşamaya başladım. Böyle bir şeye alışkın değildim. En kısa süre olarak on gün böyle geçecekti. Televizyon, bilgisayarım odamdaydı ama izlediklerimden ve okuduklarımdan bir şey anlamıyordum. İlk gün on iki saat arayla sekizer adet alınan ilaçlar beynimde uğultular oluşturuyor, yazılı metinleri ve TV’deki görselleri sadece görüyordum.
Beslenme ayrı bir dert olmuştu. Koku ve tat alma duygusu tamamen kaybolmuştu. Suyun tadının nasıl olduğunu anlayamıyordum. Tüm gıdalarda durum aynıydı. İlk dört gün böyle geçti. Gece boyu sık sık uyanmalar, aldığım nefesin en az üç katı kadar öksürmeler, bir takım garip rüyalar ve yeniden yorgun argın yeni bir güne başlamalar…
Beşinci günü eşim bir kâse çorba ve yanında yeşillik olarak “roka”yı kapıdan uzattı. Tedirgin olarak yemeye başladığımda rokanın tadını ve kokusunu hissettim. O anda bazı yiyeceklerin tadını alabileceğimi düşündüm. Bazı basit meselelerde algı dünyamı kullanabiliyordum. Tadını alabileceğim yiyecekleri sıralamaya çalıştım. İlk aklıma gelen havuç oldu. Hemen eşimden bir havuç ve limon istedim. Havucu uzun dilimler halinde kestim ve limona batırarak yemeye başladım. Bir sorun yoktu. Bol su ve sulu yiyecekleri tercih ediyordum zorla da olsa. Her gün saat on iki de suda eriyen bir bardak (c) vitamini, saat on dörtte küçük bir elma, bir mandalina, bir yerli muz ve bir havuçtan oluşan meyve, saat on altıda bir bardak taze sıkılmış portakal suyu alıyordum. Ayrıca sürekli masamda termos içerisinde sıcak su vardı ve yarım saatte bir miktar su içiyordum.
Altıncı gün ilaçlar bitti. Okumaya başladım. Kısa metinleri anlıyordum. TV’de bazı programları izlemeye başladım. Odadan dışarı çıkmamak, uzun süreli içeride kalmak ve öksürük, üşüme, tat, koku kaybı gibi semptomlarla mücadele etmek ister istemez üzerimde baskı oluşturmaya başlamıştı. Bundan kurtulmanın yolu zamanı verimli geçirmekti. Bir taraftan beslenme işlerini dikkatle yürütürken bir yandan da saatli programlar uygulamaya başladım. Örneğin saat 10-12 arası internet üzerinden “Diriliş Ertuğrul” dizisini izledim. Her gün bir bölüm halinde. Öğleden sonra saat 14-16 arası eğitimle ilgili etkinlik videolarını, eğitim alanında çeşitli tartışmaları bulabildiğim kadarıyla youtube’tan izlemeye başladım. Gece saat 21-22 arası güncel dini tartışmaları takip ederek bilgilerimi taze tutmaya gayret ettim.
Bu arada akşam yemeği sırasında bol sarımsaklı olmasına rağmen tadını alamadığım ama zorla yemeye çalıştığım çorbamı nasıl zevkli hale getirebilirim diye düşünürken o akşam ATV kanalında Esra Erol’un programını izledim. Bir anda kafamda şimşekler çaktı. Programı izlerken farkında olmadan tadını alamadığım yiyecekleri de bitiriyor, hepsini yiyordum. Bu genel program yaklaşık on gün devam etti. Zamanın nasıl geçtiğini artık sorun etmiyordum. Bu arada Esra Erol programında izlediğim günlük olaylar ile bizim Samsun Yüksek İslam Enstitüsü ilk üç dönem mezunlarının oluşturduğu whatsapp grubumuzdaki tartışmaları karşılaştırdım. Küçük odamda iki ayrı dünya vardı.
Esra Erol’un programında tesettürlü hanımların günlük hayatlarında dinin yer almadığına, ahlakın tamamen tefessüh ettiğine, bazen bir kadının iki erkekle ilişki kurduğuna, bazen de bir erkeğin birçok kadınla gayri meşru bir hayat yaşadığına dair konuşmaları dinledim. Babası belli olmayan çocuklar, doğumundan sonra para karşılığı satılan bebekler, evli kadının başka evli bir erkekle birlikte kaçarak izlerini kaybettirmeleri gibi bizim dünyamızda yer almayan yaşam biçimlerinin olduğunu gördüm. Gerçekten şok oldum. Yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülke de TV ekranlarında meydana gelen günlük olaylar konuşulurken sanki bu ülkede bu topraklarda “İslam, ahlak, gelenek, töre vs.” gibi hayatı güzelleştiren hiçbir unsurun toplumda yer almadığı gibi bir duyguya kapıldım.
Ardından bizim tartışmalarımızı hatırladım. Görevlerimizi düşündüm. İdeallerimizi, yetişme çağında edindiğimiz ve ömür boyu korumaya çalıştığımız kazanımlarımızı düşündüm. Yan komşumuzun, yakınımızın, öğrencimizin, camiye gelip beş vakit namaz kılan cemaatin neden dinden uzak bir hayat yaşadığını geceler boyu sorguladım.
Tekrar yukarıda adını verdiğim sitede yazılanları okudum. Akademisyenlerin, düşünce insanlarının az da olsa ileri sürdükleri fikirlerden dolayı dışlandığını, tekfir edildiğini, hatta küfredildiğini okudum. Sonra da şu soruyu sordum kendime: “Dindar görünüp dini bilmeyen insanlar yanı başımızda iken bizim görevimiz ne olmalı? Biz ne yapıyoruz?”
Ömür boyu bir kitabının kapağını açmadığımız ilahiyat profesörünü acımasızca tenkit ediyor ve fitnenin başı sayıyoruz. Bu mu yani işimiz. İslam’ı bildiğini iddia eden insanlar olarak fikirler dururken kişileri eleştirmek dinin hangi emrinde var? Tam bu noktada Bedir Savaşı sonrası yapılan istişare aklıma geliyor. Savaş esirleri hakkında iki görüş ortaya çıkıyor. Birincisi Hz. Ebubekir’e ait. “Bunları, yani esirleri affedelim, çünkü onlar bizim akrabalarımızdır” diyor. İkinci görüş Hz Ömer’e ait. “Bunları, yani esirleri öldürelim. Hatta herkes akrabasını öldürsün” diyor. Sahabeden hiçbiri görüşlerinden dolayı ne Hz. Ebubekir’i kınıyor, tekfir ediyor, ne Hz. Ömer’i kınıyorlar. Dikkat edilirse birbirine zıt iki görüş. Peki, bize ne oluyor. Biz ne söylediğini bilmediğimiz bir konuda birilerini tekfir etme hastalığına nasıl düştük. Eminim Allah bize hesap gününde “Falancayı neden tekfir etmediniz?” diye sormayacak. Ama Rabbimiz bize “Neden yakınına, komşuna dini öğretmedin diye soracak. Zira “emr-i bilmaruf nehy-i anil münker” bizim aslî görevlerimizden birisi değil mi? Hani bir kötülük gördüğümüzde elimizle, dilimizle müdahale edecektik? Gücümüz yetmezse buğzedecektik. Toplumu derinden sarsan ve yok etmeye matuf sahte hayatlar üzerinde kaçımızın düşüncesi var.
Basitçe sıralayalım. Çevre konusunda ne projemiz var. Sokak çocukları hakkında neler düşünüyoruz. İstanbul sözleşmesine kökten mi karşıyız. Eyvallah. Her gün TV haberlerinde öldürülen kadınlar hakkında ne düşünüyoruz. Hatta muhafazakâr ve dindar kesim olarak kovid-19 virüsünü bulaştırmak hakkında görüşümüz nedir? Daha birçok konuda günceli yakalayıp İslam’a göre çözmek ve fikir yürütmek yerine neden birilerini ötekileştirmede birbirimizle yarışıyoruz.
Kovid-19 bu yönüyle bakıldığında bana yeni şeyler öğretti. Hz. Ali’nin dediği gibi felaketler bizi Allah’a yaklaştırdığı sürece imtihan olmaktadır. Rabbim imtihanı kazananlardan eylesin. Bu yazıyı kaleme emekli, eğitici, ilahiyatçı Abdullah Ayrancı hocam yazdı. Kendisine Allah'tan acil şifalar diliyorum. İyi insanların iyi atlara binerek aramızdan ayrılışına şehadet ettiğimiz günler yaşamaktayız. Mevlam sonumuzu hayreyleye...