Bir gün odamdayım. Bir abla geldi. Muhittin'in annesiyim dedi. Çağırabilir misiniz, dedi. Oğlum 12. sınıfta dedi. Ben şaşırdım. Muhittin'in 11. sınıfta olduğunu söyledim. Bir yanlış anlaşılma olmasın dedim. Hayır, hayır, dedi emin ve vakur bir sesle... Oğlum 12. sınıfta dedi, mezun olacak bu sene İmam Hatip mezunu olacak. Hatip olacak, üniversiteyi kazanacak. Gözleri pırıl pırıldı. Peki, çağırayım Muhittin'i, çağırdım ama olacaklar hiç iyiye işaret değildi.
Muhittin 11. sınıftaydı. Onun 12. sınıfta olmadığını bu anneye nasıl anlatacaktım? Cesaretim kırıldı. Gücüm bitti, dizlerimin bağı çözüldü. Muhittin geldi, hafif sakalı vardı. Muhittin neden tıraş olmadın oğlum, dedim. Devamsızlığı da çoktu Muhittin'in. Muhittin sen 11-F sınıfındasın değil mi?
Evet diyemiyor Muhittin. Başını önüne eğiyor, başını ellerinin arasına alıyor, annesinin karşısındaki sandalyeye adeta koltuğa yığılırcasına oturuyor. Muhittin'de ses yok, seda yok... Annesi, Muhittin oğlum, evladım sen 12. sınıfta değil misin? İsa Hocam yanlış söylüyor değil mi? Şaka mı yapıyor, yalan mı söylüyor? Hayatımda ilk defa yalan söylemiş olmayı tercih ederdim. Ancak Muhittin koskocaman bir gerçek olarak karşımızdaydı. Muhittin'de ses yok, başı tamamen önde, hiçbir şey demiyor annesi şok geçiriyor. Şimdi anne konuşacaktı. Ben bir şey diyemiyorum. Lal olmuş gibiydim, söz annede, söz annenin, anne konuşuyor, haykırıyor, çıldırıyor, isyan ediyor, anne ağlıyor... Ben milletim evinin pisliğini temizliyorum. Senin için saçımı süpürge ediyorum, temizlik yapıyorum, para kazanıyorum, çırpınıyorum, üzülüyorum, ağlıyorum. Yeter ki evladım okusun diyorum, okusun, okusun ancak sen sahte karne göstererek beni kandırıyorsun. 12. sınıfta olduğunu söylüyorsun. Yalan söylüyorsun bana Muhittin. Muhittin sen o, işe yaramaz babana çektin, diyor anne eşine hakaretler silsilesine başlıyor. Kadının dilinde sana temizlik yaparak telefon aldım Muhittin. karnen neden elle yazılmış Muhittin dediğimde, müdür yardımcımız karneleri bastıramadı da elle yazmak zorunda kaldılar dedin. Beni kandırdın Muhittin, beni aldattın Muhittin, beni bitirdin Muhittin... Haykırıyor kadın, ben sadece susuyorum, hiçbir şey diyemiyorum. Muhittin de öyle... Muhittin benden de beter... Suçlu olduğunu biliyor. Küçük çocuk değil, sınıfta kalmış Muhittin. Bu sene de devamsızlığı var. Muhittin, bu sene de kalırsa eğitim hakkını yitirecek. Muhittin, neler kaybetmedi ki! Ama Muhittin'in en büyük kaybı annesinin güveni... Muhittin annesini kaybetti. Bu konuşma bir saat sürdü. Bu bir isyandı, bu bir savaştı. Ne derseniz deyin, böyle bir olaya şahitlik etmek, böyle bir olayı yaşamak hakikaten çok kötüydü benim İçin. Muhittin abisinin yanında inşaata gidiyormuş. Okula gelmediği günlerde abisinin yanında çalışıyormuş. Abisi de ona çok fazla destek olmuyormuş. Muhittin en azından kötü bir şey yapmıyormuş...
Anne gibi yar olmadığını, dost olmadığını, merhamet yumağı olmadığını Muhittin de çok iyi biliyordu. Vücut dili bunu haykırıyordu ancak Muhittin susuyordu. Bir kelime dahi etmedi. Kadın çırpınıyordu, erkek olsa Muhittin'i dövecekti. Dönüyordu, bayılacak zannettim... Ağlıyordu kadın, ağladı, yırtındı, dövündü... Muhittin annesinin gözüne bakamıyordu. Bu dramın arkasında da yine bir boşanma vardı, anlaşmazlık vardı, aldatma vardı, isyan vardı. Bu isyanın acısını da Muhittin çekmişti, annesi çekmişti. Üç beş yıl sonra Muhittin'i gördüm. Mezun olmuştu, sordum, çalışıyordu, işleri düzeltmişti. Annesini sordum. O da iyiymiş, mutluymuş, oğlu düzelmiş, oğlunun çalışması, hayata tutunması, onu hayata bağlamış, sevindirmiş, mutlu etmişti. İmam Hatip öğrencisi er ya da geç bir şekilde hakikati bulmuş, kendine, hayatı hazırlayanlara güzel bir cevap vermişti Muhittin. Kurtulmuştu Muhittin. Topluma yön verecekti Muhittin. Baba olacaktı Muhittin. Aile kuracaktı Muhittin. Okuldan neler neler öğrenmişti, nice nasihatler dinlemişti. Henüz tamamını yapamamış olsa da yapacaktı ona inancımız tamdır.
Muhammed Enes, sevimli tatlı bir çocuk... 11. sınıfta, geleceği olan bir çocuk, sıcakkanlı, samimi bir evlat ancak İmam Hatip'te okumak istemiyor, direniyor, anneye direniyor, babaya direniyor, hayata direniyor, okula direniyor, hocalara direniyor. Okuldan atılmak istiyor Muhammed Enes. Bir gün bin bir güçlükle donattığımız sınıflardaki yepyeni sırayı simsiyah boyamıştı Muhammed Enes. Çağırdım neden yaptın dedim, hiç suçluluk duymadı, hiç üzülmedi, canım istedi dedi vakur bir dille. Hatta yine yaparım dedi, yapacağım dedi, babasını çağırdım babası da bizim okul mezunu, tanıdığın bir ağabey, üzüldü, suçlandı, yüzü kızardı, evladının yaptığını kapatmak için zararı neyse öderim dedi. Yeter ki okusun oğlum İmam Hatip'te, okusun, imam hatip mezun olsun, tek bunu istiyorum dedi. Annesi diğer çocuklarım okuyamadı İmam Hatip'te dedi. Bari Muhammed Enes okusun. Çok istiyordu ama Muhammed Enes arkadaşlarımın çoğu özel okula gitti, başka okullara nakil yaptırdı, ben de gideceğim diyordu. Ben de, ben de, ben de ama anne baba ısrar ediyordu hayır bari bir evladım imam hatip mezun olsun, imam hatipli olsun diyorlardı, bir savaş yaşanıyordu. Muhammed Enes evde odasına kapanıyor, hiç dışarı çıkmıyordu, yemek bile sanki yemiyordu, ailesine soruyordum Muhammed Enes evden okula, okuldan eve geliyor gidiyordu. Evde Muhammed Enes var mı yok mu belli değil, bizimle konuşmuyor, sohbet etmiyor, küsmüş durumda. Muhammed Enes mutsuz, umutsuz, karamsar, sıkıntılı, çok sıkıntılı, ite kaka, zorlaya zorlaya, mücadele ede ede çok şükür ki İmam Hatip Lisesi mezunu oldu. Annesi babası çok mutlu oldu, mezun olduktan sonra Muhammed Enes, bir gün yanıma geldi, artık öğrencimiz olmadığı için daha samimi konuşabiliyorduk. Muhammed Enes, zaten çok zeki her istediğini söyleyebilme cesareti olan, özgüveni olan bir çocuk. Sordum İmam Hatip Lisesi mezunu olduğuna memnun kaldın mı? Baban çok mutlu oldu dedim. Hayır, dedi, pişmanım, dedi. Keşke burada okumasaydım dedi. Ben onun ileride İmam Hatip mezunu olduğu için mutluluk duyacağına, babasına teşekkür edeceğine inanıyorum. Yolun açık olsun Muhammed Enes, yolun açık olsun. Muhammed Enes artık bir imam hatip mezunu olmuştu. İleride gençlere ve çocuklara anlatacağı çok güzel hatıralar biriktirdiğine inancım tamdır.
Kendi mezun olduğum okulda idareci olmak çok güzel çok mühim ve çok sıkıntılı çok da zor. Sınıf arkadaşlarımın çocuklarını okutuyorum arkadaşımın oğlu Arif. O da İmam Hatip'i hiç sevmiyor. Hep mutsuz, umutsuz, karamsar, çok kötü durumda psikoloğa gidiyorlar, tedavi görüyor, sıkıntı çok büyük, anne baba direniyor, çocuğumuz İmam Hatip'te okusun. Mücadele veriyor, çırpınıyor ama mücadeleyi anne baba kaybediyor...
Arif, okuyan bir çocuk, zeki, akıllı, uyanık çok güzel, tatlı bir çocuk ancak yüzüne baktığınızda ölüyorsunuz O kadar bitkin, o kadar soğuk bir yüz, o kadar donuk bir gözleri var ki dirilmeye gittiğiniz Arif'te ölüyorsunuz, bitiyorsunuz. Arif'e soruyorum okulda sevdiğin öğretmen var mı? Yok. Sevdiğin ders var mı? Yok. Sevdiğin idareci var mı? Yok beni de mi sevmiyorsun Arif? Hayır. İçinde ne varsa Arif, söylüyor. Peki, okulda sınıfları donattık, sınıflar çok güzel, sıralar çok güzel, yepyeni, öğretmen masaları yepyeni, panolar yepyeni, sınıfınız çok güzel. Hatta baban ve amcan da katkı sağlayarak Allah razı olsun, birer sınıf donattılar. Bu da mı seni umutlandırmıyor, hayata bağlamıyor. Arif'in, hiç umurunda değil, bana ne diyor, ne yaparlarsa yapsınlar bana ne, bana ne...
Bir gün Arif'in babası geliyor ve hocam pes ettim diyor, pes ettik ablası gibi Arif'i de özel okula alacağız, nakil istiyoruz, maalesef, üzülerek, acıyarak... Arif gidiyor. Bir yıldız daha kaybediyoruz, bir yıldız daha, bir gül daha dalından koparılıyor... Koklamadan, fayda veremeden... Üzülüyoruz, sadece üzülüyoruz. Her şey güzel olmasına rağmen belki güzel olmayan şeyler de vardır ama neden İmam Hatip fobisi bu toplumda var? Neden, neden, neden? Bir sürü cevapsız sorular geliyor aklıma.
Beş yıl görev yaptığım okulumda karşıma bir sürü, tertemiz, mis kokulu güller çıktı. Onlar için diyorum ki iyi ki öğretmen olmuşum ve yoluma bu güzel güller çıkmış.