Hepimiz, bu hayat denen hengamede, birer hapis hayatı yaşıyoruz.
Telefon ile, televizyon ile, evlerimiz ile kendimize bu koca hayatı dar ediyoruz.
Sosyal medya alışkanlıkları, bizleri "gösteriş merakına" sürüklediğinden bu yana, gerçek kişiler olmaktan çıkıyoruz.
En iyi yemeği ben yiyorum.
En güzel tatili ben yapıyorum.
En güzel kıyafeti ben giyiyorum.
En güzel çocuk benim.
En güzel eş benim.
En mutlu aile biziz.
Ama aslında görünen ile gerçek olan arasındaki sır, birkaç saniyelik pozdan öte değil.
Sonra herkes kendi dünyasına çekiliyor.
Elimizde telefon ile dünyadan bağlantımızı kesiyoruz.
Gerçi, bu işin farkına "Diyanet" bile varmış ki, milyarlarca lira harcayıp kamu spotu çektirmiş.
Doğal hapis hayatı telefon ile de sınırlı değil tabii ki.
Kombili, kapıcılı, güvenlikli sitelerimizde, kendimizi hapsediyoruz.
Kent içinde gettolar yaratıyoruz kendimize.
Bir getto'dan çıkıp, bir başka getto'ya gidiyoruz.
Sabah uyanıyoruz.
Asansöre biniyoruz.
Yerin 3 kat altına inip, hiç insan görmeden yola çıkıyoruz.
İş yerimize varıyoruz.
Yine yerin üç kat altına girip, arabamızı park ediyoruz.
Asansöre binip, bizler için ayrılan hücrelerde ömrümüzü çürütüyoruz.
Hayata katkı sunmak hak getire, küçücük dünyamızda, hayat denen şeyi harcıyor, bir nevi mesaimizi tamamlıyoruz.
Eğlenmek için ise bir başka getto'ya gidiyoruz: AVM’lere.
Arabamıza biniyoruz, yerin üç kat altına iniyoruz. Park edip, asansör ile bizim için hazırlanan oyalanma alanlarında zaman öldürüyoruz.
Bunları yaparken de, hiç özlem duymuyoruz da eskiye.
Ben mahalleleri özlüyorum mesela.
Akşam olduğunda çekirdek çitleyen çocukları.
Köşe başında muhabbet eden gençleri.
El birliği koca koca kazanlarda kuşburnu kaynatan, domates salçası yapan, turşu kuran komşu kadınları.
Akşam elinde poşetlerle babasının yolunu gözleyenleri.
Hatta top oynuyor diye avazı çıktığı kadar bağıran aksi ihtiyarları.
Artık ne o ihtiyarlar kaldı, ne o çocuklar.
Kendi ellerimizle yok oluşumuzu, toplumsal karakterimizi unuttuk.
Bu değişim ve dönüşüme bizler de el birliği ile destek olduk.
Önce mahallelerimizi yok ettik, ardından da o mahallelerin kültürünü.
Peki, ne için değiştirdik bunları?
Ne için hapsolduk o gettolara?
Neden tercih ettik bu yalnızlığı?
Ya da tercih etmeye zorlandık?
Hayatımıza bunca telaşı neden soktuk?
Evet, en iyi sizsiniz.
En mutlu siz.
En güzel arabalar sizin.
En güzel evler.
En iyi tatiller.
En iyi yemekler.
Ben mutlu değilim.
Deli gibi sokaklarda oynayıp, kan ter içinde komşudan su istediğimiz ve kana kana içtiğimiz...
Salçalı ekmek ile mahallelerde tur attığımız.
Bahçelerinden erik çaldığımız.
Kavga ettiğimiz, güldüğümüz, ağladığımız.
Kısacası hayatı dolu dolu, dibine kadar yaşadığımız...
Mahallemi özlüyorum.
Gettolarınız sizin olsun.
Sevgili Yazar; peki bizim çocuklarımız neyi özleyecek. En azından bizim birkaç bir şeyde olsa özlem duyduğumuz anılarımız var. Sizin yazdıklarınız bizim ortak derdimiz kimi dinlesek bu özlem içerisinde de kalıplaşmış hayat içerisinde yaşayanlarda onlar bizler öyle değil mi? Belki de artık hayatın gereği bu... Eskiler geriye gelmeyecek bizde değişmeyeceğiz.Çocuklar elinde telefonu ile meşgul bir babaya bile hasret kalacak :)