"Hani şimdi bizim soframıza haftada bir et gelir.
Ve çocuklarımız işten eve sapsarı iskelet gelir..
Hani şimdi biz..
İnanın:
güzel günler göreceğiz çocuklar
güneşli günler
göre-
-ceğiz.
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere"
Nazım Hikmet'in 1930 yılında yazdığı bu şiirde, güzel günlere duyulan özlem bir yana ciddi bir inanç vardır. Nazım emindir güzel günlerin geleceğinden. İnançlıdır. Ömrü vefa etmedi o güzel günleri görmeye belki ama, bizler de hasret kaldık diyebiliriz, savaşsız, sömürüsüz, açlığın ve yoksulluğun, adaletsizliğin ve haksızlığın olmadığı bir dünyaya... Ama umut yine de dimdik ayakta.
Kitaplarımı kurcalarken önüme düştü bu şiir. Hatta Edip Akbayram bestelemiştir, ağızdan ağza bir marş gibi söylenip durur... İnsanı coşturan bir yanı vardır. "Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler göreceğiz, motorları maviliklere süreceğiz çocuklar, ışıklı maviliklere süreceğiz."
Şiiri baştan okurken, son günlerde yazdığım bir yazı ile bağ kurma ihtiyacı hissettim arasında. Yıl 1930. Ülke, Birinci Paylaşım Savaşı'ndan çıkmış, Cumhuriyet yeni kurulmuş, savaşın yaraları sarılıyor bir yandan, bir yandan fakirlik, yoksulluk içerisinde halk yeniden var olma mücadelesi veriyor. İşsizlik, açlık her yanı sarmış... İkinci Paylaşım Savaşı'na yıllar var. Dünyanın buhranları sürüyor. Ama dikkatimi şiirde bir şey çekiyor. O koşullarda, yani açlığın, yoksulluğun, yokluğun olduğu yıllarda, en fakir kesimin bile evine "haftada bir et" girerken, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, zenginlikler içerisinde yaşadığımızı iddia ettiğimiz bir dönemde, bir kilogram et için neredeyse iki gün çalışmak gerekiyor. Ayrıca bırakın haftada biri, ayda bir sofrasına et girdiğinde sevinen aileler var.
Bir metafor uğraşı değil yaptığım ya da duygu sömürüsü... Ya da vıcık vıcık, "millet aç" haykırışı. Ortada bir gerçekliğe vurgu yapmak istiyorum. Makasın açıldığından, fakirin her geçen gün daha fakir, zenginin ise daha zengin oluşundan.
Aynı soruyu tekrar etmek istiyorum. Tüm okuyucularıma da soruyorum. En son ne zaman aileniz ile birlikte, orta sınıf bir lokantaya gidip, canınız istediği kadar et yediniz? Menüye bakıp, fiyatları hesaplamadan, "Acaba ne kadar hesap öderim" diye düşünmeden, canınızın istediğini sipariş ettiniz? Cevabı duyar gibiyim.
İşte bizler bu hesapları yaparken, daha kötü durumda olanlar da var. Bırakın bir restorana gidip yemek yemeyi ailece, evine belki de aylardır et girmeyenler var. Kurban Bayramı'nı dört gözle bekleyen aileler...
Şimdi çıkıp, herkesin ağzına pelesenk olan şu argümanı da söyleyebilirsiniz: "Herkesin elinde binlerce liralık telefon var."
Evet, binlerce liralık telefon var ve olmak zorunda. Sisteminiz, insanları o telefonları almaya zorluyor çünkü. İnsanları taksit taksit köle haline getiriyor. Ayrıca, basit bir telefon nasıl zenginlik göstergesi olabiliyor? İnsanların yaşam standardını telefon mu belirliyor?
Bu işin kaçamak kısmı. Soruları doğru sorarsanız, cevapları da doğru alırsınız. Ahmet Telli'nin bir şiirinde dediği gibi: "Hangi duvar yıkılmaz, sorular doğruysa."
Standart bir yaşamı bile lüks haline getirenlere sormamız gerekenler varken, günlerini çalışmakla geçiren, basit bir yaşam emaresini bile lüks sayabilecek durumdayken, neyin çabasıdır tüm bunlar?
Mesele sadece et, kıyma, mutfak meselesi de değil tabi ki. Bu eşitsizlik durumu yaşamın her alanında çıkıyor karşımıza. Giyimden, eğitime, kültür faaliyetlerinden, sağlığa kadar, toplumun kendi sınıfları arasında ciddi bir uçurum söz konusu.
Mesela farklı eğitim alanları aynı sınava sokmak da "et" meselesi kadar ciddi bir ayrımın göstergesidir. Bir yanda özel okullarda okuyan, özel eğitim gören, parasıyla eğitimin en iyisini "satın alanlar" varken, öte yanda belki 40 kişilik sınıflarda, üzerine eğilmeden, yetenekleri fark edilmeden, gerekli ilgiyi görmeden eğitim alan milyonlarca genç var. Eşitsiz koşullarda "aynı eğitimden" sorumlu olan, aynı sınava giren milyonlar...
Aynı şey sağlık için de geçerli... Hatta bir tabir vardır halk arasında. Geçtiğimiz yıl pazara gitmiştim, orada duymuştum. Etek satan bir pazarcı bağırıyordu: "Gel abla gel, basma etekler burada. Yakına gel. Öyle SSK doktoru gibi uzaktan bakma"
Öyle değil midir zaten... Özele gidersin, tansiyonundan başlarlar bakmaya, tepeden tırnağa ilgi... Kapıdan girersin, arabanı özel otoparka alırlar, hostesler seninle ilgilenir, zamanında randevuna girersin, doktor seni dinler, hatta espri falan yapar, hoş sohbet eder. Güler yüzle ayrılırsın. Ama devlet hastanesine gittiğinde adını soyadını yazdırırken, daha derdini anlatmadan verirler eline reçeteyi, ne olduğunu anlamadan bir bakmışsın koymuştur doktor sana teşhisi. Burada doktorlar ilgisiz demekten ziyade ilgisiz olmak zorunda kalıyorlar diyerek de bir dipnot düşmeyi isterim. Günde 40 hasta bakmak kolay değil ne de olsa.
Velhasıl, etten kıymadan açılan konu, yine birbiriyle bağlantısız görünen ama bir o kadar da grift halde olan bir noktaya geldi. Bir yanda lüks restoranlarda şov yapılarak yenilen, Nusretvari bilekten vurdurarak dökülen tuzlar eşliğinde ağızların suyunu akıtan ve bir ailenin bir aylık mutfak masrafını masada bırakan yemekler, öte yanda sabah akşam çalışıp, ailesiyle hayatında bir kez bile restoranda doyasıya yemek yiyemeyen insanlar...
Gönül ister ki, kamu yararına restoranlar olsa, devletin desteklediği, yemeklerin ucuz olduğu, her bütçeden ailenin düşünmeden, içten içe hesap yapmadan doyasıya yiyip içtiği, yemeğin peşine dondurmasını, çayını gönül rahatlığı ile söylediği mekanlar olsa...
Çok uçuk kaçık bir fikir de değil oysa...
Bunun bir örneği var Ankara'da...
Hem de herkesin bildiği bir yer...
Bizleri temsil edenlerin, bizlere "vekil" olanların, "hizmet edenlerin" olduğu yerde: Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde.
Fiyatlarıyla örnek bir işletme.
Milletin evinde, milletin meclisinde böylesi imkanlar varken, bunu tüm illere yaymak zor olmasa gerek.
Memleketin dört bir yanına yapılan “Millet Bahçelerinin” yanına, ucuz yemek veren “Millet Restoranları” fena da olmaz galiba…
Selam ve saygıyla…