YILLAR önce Samsun Adliyesi’nde 10 yıl süren bir teknik bilirkişilik dönemim oldu.
Belki çok uzun değil ama çünkü akçeli işlerin öne çıktı yer ve durumlarda bir dakika bile beklemeden terk ederim oraları…
O dönemin Asliye 3. Hukuk hakiminin özel ricasına rağmen geri dönmemiştim.
Yargı mekanizmasıyla içi içe olmama rağmen o atmosfere hiçbir zaman alışamadım.
Bende yargının, yargı mensuplarının ayrı bir yeri vardır.
Belki de çocukluk, gençlik dönemimde bu camia ve mensuplarının üzerimde yarattığı saygı ve algı nedeniyledir, diye düşünüyorum.
O dönemde Şehir Kulübü’nün önünden geçerken balkonda oturanların savcı veya hakim olduklarını söylediklerinde bir başka saygı ile bakardık o tarafa.
Rahmetli dayımın eski vilayet binasında olan Adliye’de, mübaşir olarak görev yapmış olması saygıyı daha da güçlendirirdi.
Bir şey kesindi ama…
Yargıya ve mensuplarına koşulsuz güvenirdik.
Bu güven üniversite yıllarım ve sonrasında iş hayatım boyunca da devam etti.
Ne yargıyı yargıladık ne de yargı mensuplarını zihinlerimizde…
Onlar yasaları temsil ederlerdi.
Bizde yasaya uymaya mükellef insanlar olarak verdikleri kararların hem vicdani, hem de yasaları tartıştırmayacak nitelikte olduğunu koşulsuz kabul ederdik.
Peki, şimdi böyle değil mi, diye sorabilirsiniz.
Ben de aynı soruyu hukuk camiasının içindeki insanlara sormak isterim.
Verilen tüm kararlar sorgulanmadan kabule uygun mu?
Vicdani mi?
İnsani mi?
Ülkemizin bunca sorunu varken…
Uluslararası bir standardı yakalamak düşüncesindeyken.
Düşünce özgürlüğü, fikir özgürlüğü, insan hakları gibi temel kavramları hayatımıza sokup, tartışmayı bile düşünmez hale getirmek sevdasındayken.
Ne hukuku yargılamak isterim.
Ne yargıyı.
Ne yargılayanları.
Hukuk isterim.
Adalet isterim de; ‘Madalet’ demek istemem!
2020’yi yaşarken zül gelir.
Acı verir…