EKONOMİST değilim ama bir ülke ekonomisinin üretir hale gelmeden pahalılığı yenemeyeceğini yaşayan, gören her kişi gibi bende bilirim.
Yaş itibariyle çok farklı dönemleri yaşadım.
İhtilaller de yer aldı hayatımızda…
Enflasyonun telaffuz edilemeyeceği kadar yüksek günler de…
Kıtlık da…
Yokluk da…
Ambargolar da…
Rahmetli Özal döneminde yüzde 140 faizlerin söz konusu olduğu dönemde bile bugünkü gibi sıkıntılar görmedik.
O iktidarlar döneminde Devlet Planlama Teşkilatı vardı.
5 yıllık Kalkınma Planları vardı.
Bütçeler enine boyuna tartışılır, mecliste başta siyasi parti liderleri olmak üzere herkes fikrini söyleyip eteğindeki taşları döker; güne, duruma uyan bütçeler çıkardı meclisten…
Enflasyonun, faizin takdir edilecek bir yönü yok.
Bugünde takdir ve tasvip etmiyoruz.
O günde aynı düşünüyorduk.
Ama o gün üreten bir Türkiye vardı.
Köy vardı…
Köylü vardı…
Hiçbir şeye güvenmesek kendi kendimize yetecek tahılı, hububatı üretecek bir üretim gücümüze güveniyordu.
Bugün ise ne köy kaldı.
Ne köylü…
Tarlalarımız yok mu?
Elbette var.
Ama her şeyin hazırına alıştırılmış Türk halkı üretmeyi bırakıp hazırı almaya başladı.
Eh, mal dışarıdan gelince her şey dövize endekslendi.
Enflasyon piyasayı şişirip dövizi tetikleyince, iğneden ipliğe her mala zamlar yağmur gibi yağmaya başladı.
Özellikle akaryakıt ürünlerini tüketenler her akşam toto oynar oldular.
Gün geçmiyor ki mazota, benzine yeni zamlar gelmesin.
Araç sahipleri artık benzin istasyonlarına dargın, düşman oldular.
Pompalar el yakmaya başladı!
Cumartesi bir benzin istasyonu sahibi dostumun yanında birkaç saat geçirince bizzat şahit oldum.
Pompayı tutan eller fiyatlamaya gelince, yakıtı alan eller ceplere gidince hepsinin suratı düşüveriyor.
Ne alan memnun…
Ne satan…
Herkes şikayetçi!