İNSAN hayatı, davranışlar silsilesinin toplam göstergesidir.
Yaşanan olaylar karşısındaki tepkimelerin yaşantımıza yön verdiğini hepimiz biliyoruz.
Mutluluğun sevinci…
Acıların, hüznü yaşattığı bir gerçek.
Önemli olan, kazanımlarımızda yer alan aksiyonları abartmamak…
Hatta onları özümsemeyi becerebilmek ve o duygularla beraber yaşamı idame ettirebilmek önemli.
Hayat, herkes için farklı bir süreç doğal olarak.
Onu kabul ediş biçiminiz de sizin yaşam amacınızı ve hayatı paylaştığınız insanlarla olan ilişki boyutlarını belirliyor.
Biliyoruz ki;
Hepimiz mutlu olmak, öyle yaşamak istiyoruz.
Ona ulaşmak için seçtiğimiz yollar farklı sadece.
Kimimizi, para ve zenginlik mutlu ediyor.
Kimimizi, toplum içinde saygın bir yer edinmiş olmak.
Kimimizi, güçlü olmak.
Niye böyle düşünüyorlar diye de kimseyi yargılama hakkımız yok elbette.
Nihayetinde hayata dair tercihlerimiz bunlar.
Bana sorsanız, ‘daha doğrusu mutluluk nedir’ diye sorsanız;
‘Başkalarını mutlu edebilmek, onları mutlu görebilmek’ derim.
Seçilmiş bu yolun diyetinin çok ağır olduğunu bilmelisiniz.
Kendinizden oldukça fazla ödün vermek mecburiyetinde kalırsınız önce.
Alıştırılmış bu yaklaşımı, özveri olarak kabul ettirememe riski bekler sizi genellikle.
Verici olmayı, özverili yaklaşımı azıcık terk etmek durumunda kaldığınızda ise, istenilmeyen ve sevilmeyen bir insan konumuna da düşebilirsiniz.
Bir ölçüsü var mıdır, bu davranış modelinin derseniz.
Azıcık yaklaşayım, zaman zaman da uzak ve soğuk durayım, diyebilir misiniz?
Yani, sizi bekleyen tepkiler nedeniyle, kendiniz olmaktan vazgeçebilir misiniz?
Yaşadığım süreç içerisinde bende kendi içimde bu ikilemi yaşıyorum açıkçası.
Kibirli ve kendini farklı konumlandırmak isteyen bir insan yerine verici ve tevazu ile sunulmuş bir hayatı tercih ediyorum ama;
“Gereksiz tevazuunda insan hayatına kattığı bir şey olmadığını biliyorum.”