Havalar bir türlü ısınmadı derken, inat yaptı, bir ısındı, pir ısındı.
Yağmur yağsın havalar serinlesin diye yalvar yakarır olduk.
Samsun kilometrelerce uzunluğundaki mükemmel kumu, ile eşsiz bir sahile sahip bir kent…
Karadeniz’in başkenti…
Haliyle de bir cazibe merkezi. Her yerden gelen insanları bağrına basıyor. Kimi kalıcı, kimi ise kısa süreli tadını alıp dönüyor.
İç kesimlerden, Çorum, Tokat, Amasya gibi illerden denize girme amaçlı gelenlerin sayısı bir hayli fazla…
Hafta sonları bu gerçeği görmek mümkün.
Deniz özlemiyle yanıp tutuşan insanlarımız çoluk çocuk sahilleri dolduruyorlar.
Ama Karadeniz’in kah uslu, kah deli olduğunun farkında olamıyorlar.
Ülkemizi çevreleyen diğer üç su gibi, Marmara, Ege, Akdeniz’den çok ama çok farklı bir kimliğe sahip olduğunu göremiyorlar, anlayamıyorlar.
Her yaz olduğu gibi bu yaz da gazetelerin manşetleri hemen her gün deniz kazası haberleriyle dolu.
Karadeniz bu, can alır…
Hem de çokça…
Çeşitli uyarılara rağmen, yüz metre arayla konuşlanan her biri alanında uzman cankurtaranların sesli ikaz ve uyarılarına aldırış etmeyenler maalesef telef olup gidiyorlar.
Her bir vakanın öyküsü yürekler yakıyor.
Genci, yaşlısı, çocuğu, kızı Karadeniz’in azgın dalgalarına kapılıp can veriyorlar.
Ne kadar anlatsanız da bilgilendirseniz de rip akıntısının neden olabileceği tehlikeyi, kimse umursamıyor.
Dün aynı yerde seviyenin dize geldiğini bilerek bugün orada yüzenler zeminde oluşan çukurları fark edemeyip içine düşüp çırpınıyorlar.
Kurtulamıyorlar, zira yüzme bilmiyorlar…
Geldikleri yerlerde serinlemek için girdikleri derelerin debisi az, derinliği hiç yok. Zannediyorlar ki denizde öyledir.
Ama gerçek bu değil…
Bir de yüzme bilmiyorsanız vay halinize…
Bilinenin aksine deniz insanı boğmaz, insanın kendi kendisini boğar.
Panik, telaş, korku buna neden olur.
Deniz kazalarının önü nasıl alınır?
Vaka sayısı ve ölümler nasıl aşağıya çekilir?
Bilemiyorum…
Bildiğim bir şey var…
İnsanlarımız Karadeniz’e ölmeye geliyorlar…