Nedir bu puslu çağın pusulası? İnsan bu pusun, pasın içinde kendini nereye konumlandırır?
Geçenlerde sosyal medyada gezinirken sahibini bilmediğim lakin okuduğum anda çok derinden etkilendiğim bir sözle karşılaştım. “Bir zırha büründüm bu çağa karşı...”
Belki de budur puslu çağın pusulası. Yönünü kaybetmiş nereye gideceğini bilmeyen, kaybolmuş…
Kendi benliğinde, kibrinde kaybolmuş bazen de kendi dışında sayısız niceliksel-niteliksel faktörde.
Farklı bir bağlamda bakmak gerekirse insan seçimlerinin çocuğudur. Dolaylı ya da dolaysız yoldan yaptığı her seçim insanın bir parçasının tezahürüdür. Seçmek, ne kadar da kaotik bir fiil değil mi?
“Çağ hakikate yabancı kaldığı için hakikat adına yola çıkanlar, çağın bir unsuru olmayı reddederler ve çağa onun tanımadığı doğruları getirirler. Bu insanlar çağlarına, çağlarının akıl düzenine, iktisadi ve toplumsal işleyişine yabancı kalmayı seçmişlerdir” der İsmet Özel.
Tam da bu noktada devreye seçimler girer ve bu seçimler uğruna ödenen bedeller. Bir toplumbilimci olarak günümüz dünyasına bir atıfta bulunmak ve analiz yapmak gerekirse olması gerekeni yapmak, olması gerekeni layığıyla yerine getirmek; kayırmamak, ayırmamak bir lüksmüş gibi lanse edilmeye başladı. Olması gereken üslup, tavır ve davranışlar şaşırtıcı bir erozyona uğramış durumda. Aslolanı, takdir eder hale geldik.
Hakikati nasıl bulabiliriz? Kendi fizyolojik özelliklerimizi bile bu denli reddeden, filtreleyen bir çağda kendimizi bulmamız nasıl söz konusu olabilir? Yüzün veyahut uzuvların filtrelenebilir ama hayatını, seni var eden tüm parametleri nasıl filtreleyebilirsin? Ahlak ve niyeti hangi kullanılan filtre güzelleştirebilir?
Aşk mutasavvıfı Şems-î Tebrîzî der ki;
“Şu hayatta tek başına inzivada kalarak, sadece kendi sesinin yankısını duyarak, hakikati keşfedemezsin. Kendini ancak bir başka insanın aynasında tam olarak görebilirsin.”
Kendine ayna olacak insanı bul. Kendini aynada nasıl görmek istersen ona öyle bak. Kirliyse o ayna kendine her baktığında sadece aynı kiri, pası görürsün…
“Ateşe odun atarsanız, başlangıçta odun ateşi sendeletir ama ateş sönmezse yavaş yavaş odunu sarar. Sonuçta sadece hayatta kalmakla kalmaz bir de beslenir o odundan” diyor Marcus Aurelius.
Bu bakış açısıyla insan ne yediğine, ne zikrettiğine, ne gördüğüne, nasıl baktığına, ne hissettiğine, ne okuduğuna, hayatına kimleri dahil ettiğine dikkat etmeli gibi duruyor. Çünkü sizi var eden sosyal hayat ve seçimlerinizi ateşe benzetirseniz o ateş sizi yaktığında size öğretip aktaracağı kendi içindeki anlam gibi olacak.
Güzel bir manzaraya baktığınızdaki duygu mu sarsın sizi yoksa ağulu, kaos kavga dolu, karmaşa duyguları mı? Veya derin bir sohbetten aldığınız feyz mi etkilesin sizi, yoksa ayrıştırmanın, tartışmaların olduğu bir sohbet mi? “Yaratıcının en muazzam terkibi olan insan, neyi tezahür ettirmek ve yaşamak istiyorsa bunu zikri, fikri ve davranışları ile gerçekleştirebiliyor.”
Belki de her birimiz kendi küçük dünyalarımızda kendi ateşimizi kendimiz seçiyoruz…
Neyi seçersen ‘’O’’ olursun! Gül düşünüp gülistan olmak mı, diken düşünüp dikenlik olmak mı?
Yine şahane dille yazılmış bir yazı. Teşekkür ederiz.