“Şehir Stadı”, bir diğer adıyla “Eski Stat”…
Kapalı tribünü betondan, maraton tribünü ise tahtadan yapılmış, iki kale arkasında oturulacak yerin olmadığı toprak zeminli ikişer soyunma odalı, bir hakem, bir idareci ve hizmetli odalarının olduğu bir mekân…
İki tane de küçük gözlü bilet satış yerleri vardı.
Samsunspor lige çıkınca kale arkalarına da tribün yapıldı.
Tahta olan maraton tribünü de betonlaştırıldı.
Bir şekle girdi anlayacağınız…
Zemini her yağmurda balçık tarlasına dönüşürdü.
Top sürmek, gülleye tekme atmakla eşdeğerdi.
Babam memur, annem ev kadını…
Öyle eğlenceye harcayacak paramız yok.
Geçim derdi hissettiriyor kendini…
Tek eğlencem iki haftada bir oynanan Samsunspor maçlarına gitmek olmuş.
Okul ile ev arasında bir mekik dokuyuşum söz konusu…
Arada bir değil, sıkça sokak arasında oynanan oyunlar…
Cedit Mahallesi, Akın Sokak’ın çocuklarıydık.
Maça gitme hevesimiz ve iştahımız çok, stada girmek için yapmadığımız numara, atmadığımız takla yoktu.
Bir bakmışsın, bir abiye rica ederek, onun çocuğuymuş numarasıyla önüne takılıp turnikeden içeri tribünlere atmışım kendimi…
Bir bakmışsın, rakip takım malzemecisinin çuvallarına yapışıp ona yardım ediyor edasıyla kapıları aşmışım.
Maraton tribünü alçak olmasına alçak ancak duvarların dışı sıvalı, çevresi ise dikenlik olduğundan içeri süzülmek mümkün değil.
Zor da olsa en uygunu Bafra tarafındaki duvarları, bir dağcı gibi tırmanarak yukarı çıkmaktı.
Ayakkabıları ve çorapları çıkarıp belimize sokar, küçücük ellerimizi ve ayak parmaklarımızı yığma taşlardan oluşan duvarların yarıklarına geçire geçire yere çakılma tehlikesini göze alarak stada girerdik.
Sadece ben değil, benim durumumda olan pek çok çocuk bu yolu denerdi.
Bunda o kadar yetenekli ve tecrübeliydik ki, vazgeçip yarı yoldan indiğimizi hatırlamıyorum.
Bildiğim kadarıyla düşen de olmamıştı.
İşin en önemli ve zor yanı duvarı tırmandığımızda Beden Terbiyesi’nin stat görevlisine yakalanmaktı.
İri yarı, uzun boylu, esmer, başında şapkası, elinde bekçi copu, kalın tabanlı ayakkabılarıyla herkesi korkutan bir bakışa sahipti.
Pek çok kez son basamağa tırmandığımda ellerime basıp canımı yakarak düşmemi beklerdi.
Böyle bir durum için de vardı elbet bir planım…
Avazım çıktığı kadar “ahh, vahh, düşüyorum, imdaaat yardım edin” sözleriyle yardım çağrısında bulunurdum.
Tribünlerdeki duyarlı seyirciler, görevliye kızıp onu oradan uzaklaştırdıktan sonra beni yukarı çekerlerdi.
O dönemler top toplayıcılık yapanlar yeni mahalleden çıkıp gelen esmer arkadaşlardı.
Cedit Mahallesi çocuklarının stada girme mücadelesinin hiç birini yaşamayan bu kardeşler, hem maçı izleyip, hem de harçlıklarını cebe indiriyorlardı.
Bir akşamüzeri işten dönen ve bizim sokakta oturan Aydın ağabeyin karşısına dikildik.
Kimdik?
Beş kişiden oluşan sokağın veletleriydik.
Aydın ağabey de Beden Terbiyesi’nin elektrikçisiydi.
Bizler onu çok sayardık, o da bizi severdi.
Çetenin başıydım, ben konuştum ve isteğimizi söyledim:
“Bizim mahallemizdeki statta, top toplayıcılığını biz yapmalıyız.”
Aydın ağabey yol gösterip fikir verdi:
“Yaşar Doğu Spor Salonu’ndaki Beden Terbiyesi İl Müdürlüğü’ne gidin. Müdür bey ile konuşun. Bu duruma o karar verir.”
Ertesi gün müdür Cahit Örge’nin karşısına dikilen ve isteklerini ileten cesur çocuklardık.
Müdür bey bizi dinledi dinlemesine de kapı dışarı etmesi çok zaman almadı.
Gururumuz kırılmıştı.
Çıkarken, ince bir tehdit göndermesinde bulunduk:
“Pişman olacaksınız.”
O günün akşamı hava kararınca stada girdik, kalelerin filelerini kestik, korner direklerini kırdık, soyunma odasının bir iki camı da öfkemize yenildi.
Ertesi günün akşamı Aydın ağabeyin evinin basamaklarında oturmuş kendisini bekliyorduk.
Bizi gördü, gülümsedi:
“Ulan keratalar yaptınız yine yapacağınızı, hadi iyisiniz yine. İşi aldınız. Müdür bey pazar günkü maça gelsinler dedi.”
Top toplayıcılık sayesinde maçlara çok rahat girebilecek, üstüne üstlük para da kazanacaktık.
Ne çok sevinmiştik…
Bilemezsiniz…