Var mıdır muradın alan? Sevip sevdiğini alan, var mı dünyada dünyada? Sevdiğini alıp da mutlu olan? Bu dünyanın sonu yalan. Mecnun gibi çölde kalan. Ölüme hiç çare bulan, var mı dünyada dünyada?
Yanık ağıt tekrarlar durur. Dinlersin. Ağlarsın. Üzülürsün. Kederlenirsin. Kaybettiklerin gelir aklına. Kimler gitmiş, kimler gitmiş…
Her giden sana bir ihtar aslında. Her cenaze sana bir adım daha yaklaşıldığının habercisi aslında. Gözlerin yaşarır, boğazın düğümlenir, kalemin tutulur. Yazma aşkın varsa kalkar, uykunu böler, gecenin 02:30’unda yazarsın. Her zaman yazılmaz zaten. Yazının bir gizemi, bir zamanı, bir saati var.
Yanık bozlak döner. Görseller, resimler geçer. Mağduriyetin, fakrın, acının, yoksulluğun, ezanın, cefanın, vefanın, sadakatin, sabrın, bereketin, saflığın, tadın, tuzun, letafetin, aklığın, paklığın, doğallığın, gücün, gülün… resimleri canlanır karşında. Konuşurlar seninle, dertleşirler. Özlersin, iç geçirirsin, burukluk yaşarsın, acı vardır burada lakin ısrarla izlersin, acılardan tat devşirirsin. İyi ki kara lastik giydim dersin. İyi ki ayak parmaklarım yaralanmış. İyi ki acılar çekmişim, fakirliği, yokluğu, yoksulluğu, hiçliği, imkânsızlığı, kimsesizliği, eziyeti, korkuyu, soğuğun en safını, sıcağın en yakıcısını, yalnızlığın en yalnızlığını, ağaçlarla bayramlaşmanın tarifsiz hüznünü, içe atmanın gizemini, ağlamayıp dik görünmenin erdemini, hayallerin en yoğununu kurmanın zenginliğini, hayallerle yaşamayı, zamanın durduğunu, bir günün bitmediğini, iki ayın bir yıl gibi uzun sürdüğünü, akşamın karanlığında hayallerin bitip sabahın güneşiyle yeni hayallere başlamanın doyumsuz tadını, kışın soğuğunda donan duyguların yazın sıcağıyla, cemrelerle yeniden canlandığını…
İyi ki yaşamışım dersiniz.
Ekini orakla biçmeyi, öküzlerle çift sürmeyi, bel bellemeyi, harman dövmeyi, kağnıların gıcırtısını, yırtık elbiseler giymeyi, utanmayı, hayallerin kahramanı, gerçeklerin sadece sessiz çocuğu, suskun evladı olmayı iyi ki yaşamışım. İyi ki hatıralarımda bunlar var. İyi ki yaşamışım bunları, çok şükür ki görmüşüm…
Hayvanlarla dost olmuşum, eğitmişim onları, peşlerinden ağlamışım…
Meyveler sulamış, fasulyelere sırıklar dikmişim. Turuncu çiçekli fasulyelerin renk cümbüşünün mutluluğunu yaşamışım. Çiçeklerin bin bir çeşidini yaşamışım, koklamışım, koparmışım…
Otların kokularını damarlarıma çekmişim…
İyi ki yaşamışım bunları diyorum. Bir sürü hatıram var. Hayallerimden çok daha fazla. Her şeyi söyleyemem, yazamam, anlatamam…
Okuyanlara ekleyecek açık kapılar bırakırım. Okuyanlar der ki: Şunlar da var. Şunlar da. Onlar da bana hatırlatır unuttuklarımı. Malum unutan varlıklarız. Unutmak da güzel…
Bu anlattıklarımla pek çok kişinin duygularına tercüman olduğumu pek tabi ki bilmekteyim. 40 ve üstü yaşlar duygulanır bu yazıyı okuyunca. Neleri arkada bıraktıklarını görürler. Neleri kaybettiklerini. Neleri de kazandıklarını. Gelinen noktada eskiye özlem varsa, ey gidi eski zamanlar, eski bayramlar, eski bereketler deniyorsa geçmiş, günümüzden daha çok mutluluk barındırmış. Ve bu yazıyı okuyanlar duygulanıyorsa, hisleniyorsa, iç geçiriyorsa yazının başlığını tekrarlarlar bizimle:
YALANDIR BU DÜNYA YALAN.
Teyzemin kızı Zekiye Kadıoğlu’nun paylaştığı dertli bozlak üzerine yazdım bu yazıyı. Göçenleri, ölenleri, hastaları, zayıf düşenleri, vaktini tamamlayanların salalarını duyunca, kabirlere uğrayıp meraların sinlerle dolduğunu görünce biz de son söz olarak diyoruz ki:
YALANDIR BU DÜNYA YALAN.
Allah’a emanet olunuz…