Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki aslında tek değil, iki ayrı dünya…
Bir tarafta duyarlılar…
Diğer tarafta duyarlılar…
Her iki tarafta da, bizler…
Kadın, erkek, çoluk, çocuk…
İnsanlar…
İyiler…
Kötüler…
Fakirler...
Zenginler…
Yetkililer...
Sıradan insanlar...
Bu ilkemler oluşturuyor yaşadığımız iki ayrı dünyayı…
Bir tarafın gördüğünü, diğer taraf umursamıyor bile…
Bir taraf acılar içindeyken, diğer taraf gülebiliyor.
Makama, yetkiye uzanan eller hasletini, dostluğunu, vefasını yitirirken…
Diğer taraftakini tek hayat sermayesini hasletler oluşturuyor.
Cennet ve cehennem gibi adeta…
İki dünya birbiriyle hiç uyuşmuyor.
Ben bu dünyada cenneti yaşayıp, cehennemde savaşanları umursamayanların yakasını çoktan bıraktım.
Onlar anlayamazlar ki bizi…
Ne çektiklerimizi bilebilirler ne de dertlerimize ortak olabilirler…
Oysa her iki dünyanın tek ortak noktası olduğunu yaşarken hep akıldan çıkartıverirler:
Ölüm!
Her iki dünyanın kaçınılmaz gerçeği…
Onu da bir kenara bıraktım sonsuz mutluluğun asla olmadığını...
Gün gelir, rüya biter.
Ne sonsuz yetki vardır.
Ne kaybedilmeyen makam.
Ansızın çıplak kalır insan.
Etrafı bir anda boşalan…
Ve hiç düşünemeyeceği kadar yalnızlaşan…
Bir bakmışsınız ne makamdan eser kalmış ne de dünyayı ben yarattım diyen mağrur bakışlardan…
Çünkü şanla, şöhretle, namla, makamla dost bulanlar, günü geldiğinde hak ettikleri yalnızlıkla buluşurlar.
Artık ne gözlerinin içine bakanlar kalmıştır etrafında ne de her sözüne alkış tutacak dalkavuklar…
Ne yazık ki hepimiz aynı yanılgılar içindeyiz.
Sahte mutluklarda, pembe dünyalarımız var bizim.
Sona ulaşacağımızı hiç düşünmeyiz.
Oysa her gecenin bir sabahı…
Çıkılan her yolu bir hitamı vardır…
Gözlerimizin gördüğü her şeyi mutlak ve gerçek zannederek soluk aldığımız her gün, bilin ki;
İşimiz gerçekten zor bizim!