Ölümsüz bir hayat yaşadığımız düşüncesinde çoğumuz.
Öyle ki bize tahsis edilmiş bir dünya…
Sonsuzluğa erişecek bir yaşam.
Her sabah bizim için doğacak ve batacak bir güneş.
Ve hiç tükenmeyecek bir nefes bahşedilmiş diye düşünerek geçiriyoruz günleri…
Hırs, istek ve tükenmek bilmeyen arzular sarmış bedenlerimizi.
Oysa doğmaya inanmak kadar inanmak lazım ölüme…
Biliyorum bazı dostlarım ölümden çok bahsetmeme kızıyorlar.
Yakıştıramadıklarından öyle söylediklerini biliyorum.
Hak da veriyorum elbette.
Hep iyi şeylerden bahsetmek…
Hayata pozitif yönden bakmak…
Yaşadıklarından keyif almak…
Mümkünse sevebilmek hayat içindeki herkesi…
Mutlu bir geleceğe kucak açabilmek.
Hatta vurdumduymaz bir karakter görünümüne sahip olmak.
Ne güzel olurdu değil mi?
Ohh!
Gam yok!
Kesavet yok!
Ye, iç, gez, yaşa…
Etrafında binlerce dert yaşanıyormuş, ne tasa!
Vardır bu tür insanlar.
Oturdukları şehir yanıp, kül olsa dönüp bakmazlar.
Kılları kıpırdamaz.
Bilirler aslında hayatın gerçeklerini de…
Sanki sonsuzlukla randevuları varmış gibi umursamazlar.
Aslına bakarsanız en çok korktukları şey, kaçtıkları ölümdür.
Ölüm yadsınamaz bir gerçektir.
Doğmak, yaşamak, nefes almak gibi…
Bakın mezarlıklara daha düne kadar onu aklına dahi getirmemiş olanlarla dolu.
Kimisi için vade diyorlar.
Kimisi için baş ağrısı bahane!
Önemli olan sizin varlığınızın hayatı paylaştıklarınız için ne ifade ettiğidir.
Unutmayın,
“Her son yeni bir başlangıç ve mutluluk vesilesi olabilir.”
Belki de,
“Hiç aklınıza getirmediğiniz kadar, en yakınımızdakiler için!”
Dilediğinizce yaşayın.
Mutlu olun, mutluluklar bırakın.
İyi pazarlar.