GEÇMİŞTE bir gün, çok sevdiğimiz, saydığımız bir ağabeyimiz beni telefonla aramış ve “Bu gazete santralden ne istiyor. Başka haber yok mu?” diye sormuştu.
Sanırım o güne kadar bu konuda bir yazı yazmıştım.
Kendisine;
“Bu gazetenin bir genel yayın yönetmeni ve yazı işleri müdürü olduğunu ve gazeteye girecek haberleri onların oluşturduğunu söylemiştim.”
Bundan yazılanlara yabancı olduğum anlamı çıkmıyor elbette.
Nihayetinde başyazar konumunda bir ağabeylerim.
Müdahil olduğum, köşe yazımın manşet olduğu konular olmuştur.
Ama santral benim dışımda gelişmiş bir konuydu.
Sonrasında epey yazdım bu konuda.
Bu yazı da onlardan biri.
Peki, neden yazıyorum?
Önce bu kentin soluğu damarlarına kadar işlemiş biriyim.
Bana memleketimi sorduklarında, Samsun dışında bir kenti telaffuz etmek kolaycılığına hiçbir zaman düşmedim.
Çoğu halinden memnun değilim bu kentin…
Zaman zaman burada yaşamaktan da…
Ama Samsunluyum demekten, her zaman gurur duydum.
Yani, bu kentin hiçbir meselesine, “Bana ne!” diyemem.
Türkiye’nin en verimli iki ovasından biri ve orada yaşayanları zarar görüyorsa ve bende bunu biliyorsam…
Susamam, yazarım!
Dün Yazı İşleri Müdürü kardeşim bana bir metin ve bir resim atınca, resme pür dikkat kesildim.
Yazıyı okuyamadım bile...
Bakın isterseniz, birinci sayfadaki resme.
Abdal Deresi’ne akan suyun rengine iyi bakın.
Yüreğiniz sızlamadı mı?
O altın gibi topraklar, bu suyla mı yıkanacak, verimli olacaklar.
Kendinizi azıcık sorumlu hissediyorsanız…
Birazcık Samsunluyum, diyorsanız.
Şimdi bu resmi göre göre…
Soruyorum;
Ne yapsaydım?
Yazmasa mıydım?