Mehmet Akif Ersoy’u anlatıyorum daha doğrusu anlatmaya çalışıyorum.
Mehmet Akif Ersoy’a kâh Eşref Sencer’le Necid Çöllerinde Araplara çil altınlar taşırken kâh Berlin’de Almanlara siyaset yaparken görüyoruz.
Bir özelliği var değişmeyen her seferinde Türk her seferinde Müslüman.
“İlim Çin’de olsa arayıp bulunuz” ya da “ilim Çin’de de olsa ona talip olunuz” rivayetine pek inanmaz.
“Müslüman, elde asa, belde divit, başta sarık;
Sonra sırtında yedek şaplı beş on deste çarık,
Altı aylık yolu, dağ taş demeyip, çiğneyerek
Çin-i Maçin’deki bir ilmi gidip öğrenecek.”
Dalga mı geçer, nasihat mı eder onu da hemen arkasından söyler:
“Hiç düşünmek de mi yoktur be adamlar, bu ne iş?
En büyük talihi Mevla size ihsan etmiş,
Hem de olduğunuz mevkie göndermişken;
Teptiniz kendiniz gelen nimeti sersemlikten!
Çok zaman geçmeyecektir ki bu nankörlüğünüz,
Ne felaketlere meydan verecektir, görünüz!
Köylerin yüzde bugün sekseni hatta hocasız;
Bir hata oldu, deyip şimdi peşimansınız a
Ne çıkar? Gitti giden, kıydınız evladınıza…”
Ne büyük acı bu “evladını kıymak!”
Aklın yolu, asrın idraki onun vazgeçilmezidir:
“Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” der bir başka şiirinde.
Tehlikeyi de haber verir bir başka şiirinde:
“Yaşamak hakkını kuvvetliye vermiş Yaradan.
Müslüman, fırka belasıyla zebun bir kavmi,
Medeni Avrupa üç lokman edip yutmaz mı?” diye sorar.
Bu hem tehlikenin haber verilmesi hem de bir kurtuluş reçetesidir ama anlayana…