“Başbuğ” dedik biz ona ve O bizi hiç yanıltmadı. İnandırdı ve ölümüne inandık. Sadece biz gençleri değil yazanları, çizenleri, düşünürleri de inandırdı. Kitaplar yazıldı, konferanslar verildi ve köyle dâhil her yerde teşkilatlar kuruldu.
Oylar hiç düşmedi, düzenli arttı. Ne yazık ki 12 Eylül Darbesi geldi ve her şey ters yüz oldu.
Milliyetçi Hareket Partisi’nin 1998’de aldığı %18 küsur oyda o kar kışta Ankara’da Başbuğ Türkeş’in cenazesine katılan iki milyon Ülkücü’nün emeği büyüktür.
Başbuğ Türkeş’in vefatından sonra her şey tersine döndü.
Hareketin geldiği nokta yürekler dağlayıcıdır.
Bir taraftan paramparça olmuş diğer taraftan yolunu şaşırmış, kime baston olacağına bir türlü karar verememiş bir Ülkücü Hareket.
Kendisine emanet edilen hareketi “Ayrılamazsın. Türk Milletini yalnız bırakamazsın. Yüz yılın kurtarıcı lideri olarak sizleri görmek istiyoruz” diyen birisine teslimde hiç zorluk çekmeyen ve utanç duymayan birisine teslim olmuş bir Ülkücü Hareket.
Bir tarafta Muhsin Yazıcıoğlu’nun makamına demir atmış birisi, diğer tarafta bir yığın insan hepsi genel başkanlık sevdasında. O demir atan ne aldığı sonuçtan utanıyor ne de Muhsin merhumun koltuğunu boşaltıyor.
Yazık oldu harekete hem de çok yazık.
İnsanlar bunun için ölmedi, inandıkları için öldüler, inandıkları için şehit oldular.
Deli Sezginler, Komando Mustafalar, Kürşat Özkanlar ve daha onlarcası.
Helal edin hakkınızı
(SON)