TOPLUM olarak bildiklerimizi paylaşmaktan imtina mı ediyoruz, diye düşünürüm kendi kendime…
Bildiklerimiz dediğim, toplum adına doğrular diye nitelendirdiklerimiz elbette…
Hayatın doğruları…
Toplumsal yaşamın doğruları…
Aile, eğitim ve iş dünyasında edindiğimiz kültürün, üzerinde yaşadığımız toprakların doğruları…
Çoğunluğun katılabileceği tespitlerimizi beraber yaşadığımız toplum bireyleriyle paylaşmak, toplum bilincini arttırmak ve daha çok insanı doğrularda birleştirmek için bir yöntem olmalı.
Genelde okumayan, izlemeyen, hayatını idol kabul ettiği bir şahsiyetin iki dudağı arasından çıkacak söz ve düşüncelere telsim eden bir toplum yapısından bahsediyorum.
Bu, biraz bizi anımsatıyor mu?
Bence evet.
Bize dokunmuyorsa…
Menfaatlerimiz zedelenmiyorsa…
İnandıklarımızın yerini alacak başka bir inanç vesilesi kendimizce çıkmamışsa…
Düşünmeyiz…
İrdelemeyiz…
Farklı düşüncelere itibar etmeyiz.
En basit tarifiyle, takım tutmak gibi bir şey işte!
Öyle değil mi?
‘Tuttuğumuz takım her ne pahasına olursa olsun yensin’ tarzı, bize has bir kabul değil mi?
Yanlışla elde edeceklerimizin doğrularla kaybedenleri ne kadar etkileyecek, neler kaybedecekler diye, düşünmüyoruz bile…
İşte bu ruh haliyle toplum doğrularını düşünmeden iten, dışlayan bir yapı haline geldik.
Peki, bu vahameti gördüğünü düşünen bizlerin yaptığı ne derseniz.
‘Körlerle, sağırlar birbirini ağırlar’ misali bildiklerimizi kendi aramızda paylaşmak kolaycılığına sarılıyoruz.
Oysa bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanları…
Fikir sahibi olmadıkları için yönlendirilmeye, düşünce esaretine meyilli olanları sabırla bilinçlendirmek gayreti içinde olmamız lazım.
İnançlarını zedelemeden…
İnandıkları kişileri ‘Tu kaka’ ilan etmeden…
Yaşadıkları ama farkına varmak istemedikleri zorluk ve kayıpları onlara kendi yaşam biçimlerinden örneklendirerek hissettirmemiz lazım.
Israrla ama nezaketle…
Susarak değil, konuşarak bildiklerimizi…
Dağarcığımızdaki anladıklarımızı paylaşarak…
Ama anlamak yetmez bilesiniz.
Anlatmak da lazım!