Avrupa Birliği ile bütünleşme serüvenimiz 1959’da başladı. Birtakım siyasi ve ekonomik nedenlerle meydana gelen aksaklıkları saymazsak Avrupa ile bütünleşme arzusundan hiç vazgeçmedik. Bunun için de üzerimize düşeni fazlasıyla yaptık. Sonuçta 1999 yılında Helsinki Zirvesi'nde önce AB adaylığımız onaylandı, 2004 yılında Brüksel Zirvesi ile de tam üyelik müzakerelerine başlama kararı alındı.
O tarihten bu yana da Türkiye, AB’ye üyelik amacına yönelik olarak Ulusal Program’da yer alan öncelikler çerçevesinde kapsamlı bir reform sürecine girdi. 3 Ekim 2005’te başlayan tam üyelik müzakereleri sürecinde ivme kazanan AB müktesebatına uyum çalışmaları çerçevesinde de reformlara devam edildi.
Türkiye’nin Ulusal Program’da yer alan öncelikleri doğrultusunda attığı ilk adım, geniş tabanlı siyasi bir iradenin sonucu olan ve 1982 Anayasası’nın 1/5’inden fazlasını değiştiren Ekim 2001 tarihli Anayasa değişikliğiydi. Anayasada bugüne kadar yapılan değişikliklerin en kapsamlısıdır.
Yasayla Anayasanın temel hak ve hürriyetleri düzenleyen bölümünde yapılan değişiklikle düşünce ve ifade özgürlüğünün sınırları genişletildi, vatandaşların günlük hayatta farklı dil ve lehçe kullanmasına herhangi bir engel olmadığı belirtildiği gibi, genel hükümlerde yapılan değişikliklerle Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerin tümü için geçerli olduğu belirtilen “genel sınırlama sebepleri”ne son verildi.
Bu anayasa değişikliklerinin ardından ilerleyen süreçlerde ardı ardına 'AB uyum yasaları' adı altında anayasal değişiklikler gerçekleştirildi. Benim hatırladığım kadarıyla hepsi çok geniş kapsamlı 9 farklı AB ile uyum paketi TBMM'den geçirildi.
Türkiye bu anayasa değişiklikleri, uyum yasa paketleri, reform paketleri ve AB müktesebatı gözetilerek hazırlanan hukuki reformlar sayesinde siyasal yapısında, mevzuatında ve iç işleyişindeki anti demokratik öğeleri gözden geçirme ve demokrasinin gereklerine uygun biçimde değiştirme olanağına kavuştu.
Bütün bu değişiklikler sayesinde ise hukuk güvenliğinin tesisi bakımından birçok yasal ve kurumsal mekanizma teşkil edildi ya da harekete geçirildi.
İfade ve basın özgürlüklerinin genişletildiği, dernekleşme, toplantı ve gösteri hürriyetinin, siyasi faaliyet serbestiyetinin, kültürel hakların, temel hak ve hürriyetlere sağlanan anayasal ve yasal güvencelerin güçlendirildiği, kadın-erkek eşitliğinin iyileştirildiği, yargı denetiminin kapsamının genişletildiği, yönetsel şeffaflığın pekiştirildiği, sivil demokrasinin önemli düzeyde içselleştirildiği, bilgi edinme hakkının yasal güvenceye kavuşturulduğu, adil yargılanma hakkı ve savunma hakkı, erkler ayrımı, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı gibi hususlarda önemli gelişmeler kaydedildi.
Bütün bu düzenlemelerin özeti aslında şuydu: AB’ye üyelik sürecinde Türkiye’de, bu sayede devlet yerine birey öncelenmeye başlanmıştı.
İnsan hakları, demokrasi ve sivilleşme konusunda Avrupa standartlarına yaklaşılırken, Helsinki Zirvesi öncesinden daha şeffaf, özgürlükçü, uygar ve yaşanabilir bir ülke haline gelmiştik.
Yani Helsinki Zirvesi’nden günümüze kadar iç hukukta yapılan düzenlemeler sayesinde Türkiye'de, AB normlarına ve uygulamalarına paralel şekilde hukuk devletinde büyük bir dönüşüm yaşanmıştı.
Gelelim günümüze; Avrupa Birliği Komisyonu'nun aday ülkelerin üyelik yolunda kaydettiği ilerlemeyi değerlendiren raporu gezen hafta yayınlandı. Komisyon, Ukrayna ile katılım müzakerelerinin başlatılmasını, Gürcistan'a üyelik için aday statüsü verilmesini ve Moldova ile katılım müzakerelerinin başlatılmasını tavsiye etti.
Türkiye bölümü mü? Demokratik kurumların işleyişinde ciddi eksiklikler bulunduğu uyarısında bulunuldu. Türkiye’nin demokratikleşme alanında geriye gidişini sürdüğü saptamasında bulunulan raporda, özellikle başkanlık sistemindeki yapısal sorunların devam ettiği uyarısı yapıldı.
Son seçimlere atıfta bulunulan raporda, medyada haberlerin “tek taraflı verilmesi ve adayların eşit şartlara sahip olmamasının” iktidara “haksız bir avantaj sağladığı” kaydedildi.
Anayasaya göre yetkilerin Cumhurbaşkanlığı düzeyinde merkezileştirildiği, yürütme, yasama ve yargı arasında sağlıklı ve etkili bir kuvvetler ayrılığı sağlanamadığı eleştirisi yapılan raporda, etkin olmayan denge ve denetleme mekanizması yüzünden yürütme organının demokratik olarak yalnızca seçimler yoluyla hesap verebilir hale geldiği saptamasında bulunuldu.
AB'ye uyum yasalarının çıkarıldığı tarihlerde Parlamento'daki çalışmaları sadece Genel Kurul'da değil komisyonlarda dahi izleme olanağını bulmuş bir gazeteci olarak, bugün iç hukukta geldiğimiz nokta herkes gibi beni de çok endişelendiriyor.
İnsanın aklına ister istemez, 'Yoksa biz 2001 krizi sonrasındaki hukuk düzenlemeleri Avrupa'nın gözünü boyamak için mi yapmıştık?' sorusu geliyor.
Görünen o ki; durum bu. Son günlerde yaşananlar, -kendi çıkar ve düşüncelerimize uymadığı anda- hukuku terk etme eğiliminden asla vazgeçmeyeceğimizi açık bir biçimde göstermiyor mu?