“Yazacağım” dedim -birileri aksine inansalar bile-ben yazmaya devam edeceğim. Maarifi yazacağım, edebi adabı yazacağım, bilgiyi bilimi yazacağım. Kısacası İslam Âleminin kaybettiği daha doğrusu bir ara bulur gibi olduğu ama kıyısından kenarın tutabildiğimiz veya tuttuğumuzu sandığımızı anlamaktan ne kadar uzak olduğumuzu yazacağım.
Çok uzağız çağı anlamaktan hem de çok uzak. Her geçen gün de biraz daha uzaklaşıyoruz. Bu gidiş devam ederse hepten kopacağız çağı anlamaktan ve bir süre sonra da yok olacağız dünyadan.
“Aya sert iniş” yapacaktık, Sayın Cumhurbaşkanı bize verdiği sözü tutamadı ama elin adamına 55 milyon dolar vererek “yumuşak iniş” yaptık. Olsun varsın ha yumuşak ha sert ne fark eder?
Her şeyin bir adabı, edebi vardı çok değil yarım asır öncesine kadar. Kabadayılığın da hatta sarhoşluğun da. Yalan söylemek ve hele yalan yere yemin etmek günahların en büyüklerinden biriydi.
Babam rahmetli anlatırdı, ben yıllarca İmam-ı Azam Ebu Hanife diye bilirdim çok sonraları öğrendim bir başkasının da olabileceğini. Hiç önemli kim olduğu bir ahlak anlayışını göstermesi açısından çok önemli, onun için aktaracağım siz değerli okuyucularıma.
İmam-ı Azam ilim öğrenmek ve daha sonra da öğretmek için Bağdat’a gitmeye karar verir. Yolda 40 Haramiler basar kervanı. Herkesi tepeden tırnağa ararlar ama kimse küçük çocuğu aramaz. O arada birisinin aklına Ona da sormak gelir.
-Çocuk der sende de bir şeyler var mı?
İmam-ı Azam cevap verir:
-40 altın liram var.
İnanmazlar ama yine de bakarlar üstüne; doğru söylemiştir, gömleğinin içine dikilmiş 40 altın lira vardır.
Sorarlar “niye söyledin” diye.
Cevabı muhteşemdir:
“Müslüman yalan konuşmaz. Biz Müslümanız ve yalan konuşmayız…”