Diyeceğini her kelimede en az üç dört saniye düşündükten sonra söyleyebilen bir siyasetçi dile sahip çıkıyor görünümü arkasında Cumhuriyet’e sallamanın kurnazlığıyla sahne aldı son günlerde.
Ağababaların birbirine en ağır hakaretleri en pervasız bir tavırla yaptığı siyaset sahnesinde Cumhuriyet’e ve devrimlere sövmek de çömezlere kalmış anlaşılan.
Şu sözler onun:
“Tarihteki en sert kültürel devrim Türkiye’de yaşanmıştır. Mesela Fransız devrimi her şeyi yıkmıştır ama lügate yani dile dokunmamıştır. Yine en sert devrimlerden bir tanesi Mao’nun Çin’de yaptığı kültürel devrimdir ve o da dile dokunmamıştır. Ama maalesef bir kültür devrimi olarak Cumhuriyet bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hasılı bütün düşüncemizi yok etmiştir.”
İktidarda olmanın rahatlığı ve muhtemelen var olduğunu sandığı dokunulmazlığı ile sağa sola hele de Cumhuriyet’e, devrimlere, çağdaşlaşmaya ve dolaylı olarak da bütün bunların banisi Mustafa Kemal Atatürk’e eleştiri oklarını yöneltmek birilerini tatmin etse de topluma bir fayda sağlamaz.
O beyin ve birilerinin sandığı gibi Cumhuriyet’te değil Osmanlı’da başlar dilde sadeleşme hareketi. Alfabenin değişme çalışmaları da yine Osmanlı’ya dayanır.
O halktan kopuk, Arapça ve Farsçadan hem kelime hem kural aşırarak bir aşure aşına dönen dil bizim dilimizmiş! Öyle mi? Anadolu Türk ne anlar bu ağdalı dilden? O Yunus’tan anlar, o Koç Yiğit Köroğlu’ndan anlar. O Dadaloğlu olur daha çıkar haksızlıklara, zulümlere isyan için. “Ferman padişahınsa dağlar onundur.”
O Karacaoğlan’ca sevdalanır gördüğü her güzele bir deyiş sunar. Temizdir, saftır aşkı Emrah misali.
Osmanlı’da Türk’ün kaderi baharda sefere çıkmak, sağ kalırsa şayet, şehit olmazsa ya da ölümcül bir yara almaz veya elden ayaktan kesilmezse yeniden bir baharda sefere çıkmak için kış bastırmadan sılaya dönmektir. Kanı ve canı pahasına serhatleri beklemektir görevi.
Azınlıklar mı? Onlar askere gitmezler, babadan oğula meslek geliştirir, işletme kürara ve mal mülk bırakır. Ticaret ve sanat onların, okumak onların, dil öğrenmek ve yurt dışıyla ticaret yapmak kısacası yaşamak onların, sürünmek Müslüman Türk’ün.
Okumak neyine Müslüman Türk’ün. Yahudi daha 1492’de İstanbul’a gelirken getirdi yanında matbaasını ve 1493’de bastı ilk kitabını. Ermeniler 1567’de, Rumlar ise 1627’de matbaa sahibiydi.
Müslümanlar mı? Onlar da 1728’de kurmuşlar ilk matbaalarını ve 1742’de kapatmışlar bir süre sonra yeniden açmak üzere. Bu 14 yılda da sadece 17 eser basılmıştır.
Osmanlı kendi unsur-u aslisini yani asıl unsuru olan Müslüman Türk’ü ihmal etmiştir. Osmanlı Türk’ü lisan bilmez, Osmanlı Türk’ü okuma bilmez, okuma bilse yazma bilmez. Okumayı öğrenmek on yıl, yazmayı öğrenmek ise üstüne bir de beş yıl gerektirir.
Osmanlı medreseleri asker kaçaklarının sığınağı haline gelmiştir özellikle Kanuni’nin şeyhülislamı Ebusuud Efendi’nin “müspet bilimleri” dışlayan fetvasından sonra. Söz gelimi fizik okutulmasına ancak 1912’de başlanabilmiştir okullarımızda.
İlk üniversitenin kuruluş çalışmaları 19’uncu asrın son çeyreğindedir. O da doğru düzgün başarılamamış, açılmış kapanmış, açılmış kapanmış. Cumhuriyet’in devraldığı mirasta topu topu 17 fakülte ve yüksekokul, 320 müderris, yani profesör ve doçent 2 bin kadar da öğrenci vardır.
Okuryazar oranı ise en yüksek şekliyle erkeklerde yüzde beşlerde, kadınlarda ise yüzde birlerdedir.
Cumhuriyet’i yetersiz bulmak mümkündür ve bu herkesin hakkıdır. Ama yok saymak, ama ihanetler suçlamak ne doğrudur ne de şunun bunun hakkıdır.
Cumhuriyetin ilk on beş yılı muhteşemdir, Türkiye hala o kalkınmayı ve o sanayileşmeyi başaramamıştır. Gençlerin kelime hazinesinde yetersizlik Cumhuriyet’in değil varlığını Cumhuriyet’e borçlu olduğu halde Cumhuriyet düşmanlığı yapan sonraki kuşaklarındır.