Eski şiirimizde artık bile unuttuğumuz “sehl-i mümteni” bir kavram vardı. “Kolay görünen ama söylemeye kalkınca bir türlü söylenemeyen, zorluğu anlaşılan ifadelerdir.”
Yunus Emre “ete kemiğe büründüm/Yunus diye göründüm” derken bunun örneğini vermektedir.
Ya da “söz ola kese savaşı/söz ola kestire başı” dizesinde anlatmak istediği ya da “Işkın aldı benden beni/bana seni gerek seni” derken ya da “bir bahçeye giremezsen/durup seyran eyleme/bir gönül yapamazsan/yıkıp viran eyleme” sözleri gibi.
“Mal sahibi mülk sahibi/hani bunun ilk sahibi/mal da yalan, mülk de yalan/var biraz da sen oyalan” demesindeki sadelik ve fakat gerçeği ifade işindeki derin mana ve halk idrakindeki sadelik örneğinde olduğu üzere.
Sadece Yunus Emreyle sınırlı değildir sehl-i mümteni bizim edebiyatımızda ve de sanat anlayışımızda. İster cenge gidelim ister bir güzele sevdalanalım söyleriz ardı ardına sevdamızı da meydan okumamızı da.
Kâh “kalktı göç eyledi Avşar elleri/ Ağır ağır giden eller bizimdir/ Arap atlar yakın eder ırağı/ Yüce dağlar aşan eller bizimdir” diyen Dadaloğlu ya da “benden selam olsun Bolu Beyi’ne/ çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır/ok gıcırtısından kalkan sesinden/ dağlar seda verip seslenmelidir… Köroğlu düşer mi yine şanından/ ayırır çoğunu er meydanından/kırat köpüğünden, düşman kanından/ çevrem dolup şalvar ıslanmalıdır” diye Bolu Beyine kafa tutan Köroğlu.
Ve Âşık Veysel; daha 7 yaşında çiçek hastalığından kör kalan ama ne sazı ne de sözü asla bırakmayan Âşık Veysel.
“İki kapılı bir handa gündüz gece yürüyen” ve “sadık yâri diye toprağı” belleyen Âşık Veysel…
Bitmez bizim ne ozanlarımız ne yiğitlerimiz.