Geçen yıl 24 Ocak'taki köşe yazıma, “30 yıllık gazetecilik hayatımda aldığımda en çok mutlu olduğum ödüllerden birisi, Uğur Mumcu' ödülüdür” diye başlamışım. Aynı gururu ve mutluluğu ömrümün sonuna kadar taşıyacağım elbette…
Ve yine bir 24 Ocak günü geldi, çattı. Uğur Mumcu'nun karlı bir Ankara sabahında bombalı bir suikast sonucu katledilmesinin üzerinden tam 30 yıl geçti. Ve akıllarda hala aynı soru var:
Uğur Mumcu'yu kimler, neden öldürdü?
Otomobiline konulan bombanın patlaması sonucunda 24 Ocak 1993'te hayatını kaybeden araştırmacı gazeteci ve yazar Uğur Mumcu suikastı, halen tam anlamıyla aydınlatılmış değil çünkü…
Mumcu'nun eşi ve TBMM eski Başkanvekili Güldal Mumcu, konuyla ilgili bilgi sahibi herkesin konuşması ve sonuna kadar gidilmesi çağrısını geçtiğimiz aylarda yinelemişti. Mumcu, "Çekin tuğlaları yıkılsın duvar, altında kim kalırsa kalsın" demişti.
Güldal Mumcu bu sözünü 30 yıl önce ilk olarak Mehmet Ağar'ın Emniyet Genel Müdürlüğü'ne atandıktan sonra Mumcu ailesini ziyaretinde kullanmıştı aslında. Ağar her ne kadar bu sözleri söylediğini reddetse de soruşturmanın önünde tuğla duvar örüldüğünü söylediğinde kendisine "Bir tuğla çekin, gerçekler ortaya çıksın" diyen Güldal Mumcu'ya "Bir tuğla çekersem duvar yıkılır" yanıtını vermişti.
Aslında, Uğur Mumcu suikastına gelene kadar Türkiye'de 1988 yılından 1999 yılına kadar bir seri suikastlar zincirini hatırlamamız gerekiyor. Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı'nın karakteristik özelliğini göz ardı etmemek gerekiyor.
Uğur Mumcu'nun öldürülmesiyle başlayan yurtsever yazarların seri cinayetlerle yok edilmesi operasyonu, tıpkı FETÖ'nün devleti ele geçirmesi süreci gibi Türkiye'nin aydın ve entelektüel dünyasını 'emperyalizmin kara kuvvetlerine dönüştürme' projesiydi.
Bir ülkenin onuru, kişiliği bu CIA operasyonları ile yok edilmek istendi. Görünüşte Türkiyeli olacak ama Türkiye yurttaşlarının lehine olan her şeye karşı duracak bir tükenmez kalemler ve klavyeler dünyası projelendirilmişti.
Yakın tarihimize bakıldığında da CIA-FETÖ'nün, yalnızca Ergenekon, Balyoz operasyonlar ile TSK'dan yurtsever subayları temizlemekle kalmadığını, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Hablemitoğlu, Bahriye Üçok cinayetleri ile de Atatürkçü, yurtsever aydınları öldürerek entelektüel alanı, BOP'çu, AB'ci, kripto gerici, küreselleşmeci, ABD'ci, emperyalizmden gelen darbeye bile ses çıkarmayacak kadar ülkesine yabancılaşmış bir kesime teslim ettiğini, bütün çıplaklığıyla görürsünüz.
Uğur Mumcu sonrasında yurtseverliğin ölümle cezalandırıldığı, mandacılığın korku ile iliklere işletildiği, AB ve emperyalizmle aynı dalga boyundan konuşmayana hayat hakkı tanınmayan iğrenç ve utanç yola girmiştir, Türkiye'de aydın olmak.
Ülkesini sevmek, ülkesinin yararına iki çift laf etmek suç haline geldi. AB, BOP ve ABD emperyalizmiyle aynı dalga boyundan konuşmak tek geçer akçe haline getirilmişti.
Şimdi mi?
Uğur Mumcu suikastını çözmek, dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin'in deyimiyle, ‘devletin namus borcuydu.’
Ama aradan geçen 30 yılda, tıpkı Hrant Dink cinayetinde olduğu gibi bombalı saldırıda kullanılan maşalar, -halen firarda olan bir kişi hariç- cezaevinde olsalar da, cinayetin azmettiricileri ve arkasında kimlerin olduğu bilinmiyor. Maşayı tutan ele yine uzanamadık.
'Namus borcu' hala ödenemedi, o duvar bir türlü yıkılamadı!
Aramızdan koparılışının 30'uncu yılında yurtsever aydınımız Uğur Mumcu'yu saygıyla anıyorum!
***
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti eski Başkanı duayen gazeteci Orhan Erinç'i kaybettik. Hayatı boyunca bir gazeteciye yakışır bir yaşam süren, meslekte her görevi onuruyla taşıyan Orhan Erinç'e Allah'tan rahmet diliyorum.