1970’li yıllarda kapitalizmin yaşadığı krizi aşmak üzere ABD ve İngiltere öncülüğünde, bütün dünyada neoliberal politikalar uygulamaya konuldu.
Bu politikaların en acımasız ve en erken uygulamaya konulduğu ülkelerin başındaysa Şili, Arjantin ve Türkiye yer aldı.
12 Eylül askeri darbesi bu politikaların ekonomide hayata geçirilmesi için bulunmaz bir zemin yarattı.
Turgut Özal dönemi ile tam gaz uygulanan neoliberal politikalarla sayesinde, işçi ve emekçilerin ekonomik ve siyasal örgütlenmeleri yerle bir edildi, kamuya ait işletmelerin büyük bir kısmı özel sektöre devredildi.
Yani son 40 yılda neoliberal (vahşi kapitalizm) politikalar sayesinde elde avuçta ‘özelleştirme' adı altında sattık, savdık.
Vahşi kapitalizmin konut sektörüne yansıması ise 'kentsel dönüşüm' adı altında yapıldı.
Bu süreçte kendisi ile ittifak halinde yeni zenginler yaratma yoluna giden iktidarlar, müteahhitlerden oluşan büyük sermaye grupları oluşturdular ve riskli yapıları hızla yok edip kentleri insanca yaşanacak, sağlıklı, doğal ve tarihi yapıyı da koruyacak şekilde yeniden yapılandırmak yerine kat karşılığı Yap-Sat modeliyle süreci özel sektöre yani müteahhitlere devrettiler.
Yine bu dönemde inşaat ve gayrimenkul çılgınlığı alıp başını yürüdü, yıkılan binalar yerine gökdelenler dikildi.
Hatta kentlerin etrafında ve içindeki yeşil alanlara bile göz dikilerek imara açıldı.
Sonuç olarak kentsel dönüşümün henüz yarısına bile gelinememişken yeni yapılan binalarla birlikte kentler, betona gömüldü.
Çok değil daha 10-15 yıllık bir geçmişi bulunan Atakum'a bakın, gelinen noktada bir şehrin nasıl beton yığını haline getirildiğini gözlerinizle görebilirsiniz.
Üstelik tarıma darbe vurulup sanayi üretimi geriletilirken ülkede inşaat şirketleri ve gayrimenkul yatırım ortakları da bugünkü devasa gücünü erişti.
Devletten aldıkları ihalelerle de bu güçlerini kat be ket arttırdılar. Yani neolibarelizm denilen canavar, onları besledi, büyüttü ve bu ülkenin başına bela etti.
Geldiğimiz noktada ise bunca konut inşaatına rağmen, 20 yıl önce yüzde 20 olan kiracı oranı, yüzde 30’lara çıkarken, ev sahibi oranı ise düştükçe düşüyor.
Yani gayrimenkulü olanlar ucuz kredilerle servetine servet ekliyor, yeni aldıkları ev ve işyerlerinin kredi maliyetlerini kiracılara yıkmak için kiraları yükselttikçe yükseltiyorlar.
Ev ve gayrimenkul fiyatlarının sürekli artış beklentisiyle alım satımla kazanç peşinde spekülasyonu tetikliyorlar.
OECD’nin verilerine göre 2010’lardan bu yana dünyada konut fiyatlarının en fazla artış kaydettiği lider ülkeyiz.
Yani enflasyonu ikiye üçe katlayan fiyat artışları ile 'Konut Balonu' ile karşı karşıyayız!
Samsun İnşaatçılar ve Müteahhitler Derneği (SİMDER) Başkanı Yunus Güney'in önceki gün ‘konut krizi’ne karşı ‘düşük maliyetli arsa’ önerisinde bulunduğuna ilişkin haberi okuduğumda bütün bunları düşündüm.
Diyor ki Yunus Güney, konut fiyatlarındaki yüksekliğe karşı; “TOKİ’nin elindeki arsaları düşük maliyetle özel sektöre de arz etmesi ve yüzde 400 artan yapı girdi maliyetlerinin aşağı çekilmesi…”
Yani 'bizleri yani müteahhitleri' de bu işin içine katın demeye getiriyor.
Hali hazırda enflasyon yüzde 80'in üzerinde yol almaya devam ederken, betondan, çimentoya, camdan çeliğe kadar yüzde 400'ü bulan zamlar yaşanırken, müteahhitlere dayalı ekonomi modelinin getirdiği sonuç işte bu…
Yani diyor ki müteahhitler, 'Dikkat edin biz çöküyoruz, biz çökersek gerisini siz düşünün..."
Zorunlu kentsel dönüşüm potansiyeli, kayrılan büyük inşaat şirketlerine yönelik kelepir fiyatına satılan kamu arazileri, düşük faizli krediler, YİD modeliyle “yandaş” müteahhitlere kaynak aktarımı, vergi afları ve daha neler neler!
Bir de madalyonun diğer tarafı var, 2020 itibariyle kredi geri dönüşlerinde yüzde 9 ile en fazla alarm veren sektör hangisi dersiniz;
İnşaat ve gayrimenkul...
İşte neoliberal politikaların devleştirdiği 'konut balonu' gelinen noktada patlamak üzere gün sayıyor.
Kum saati son taneciklerini tüketmek üzere…