Gelişmiş ülkelerde üretim genellikle yüzde 10 dolayında tarım, yüzde 30-40 dolayında sanayi, yüzde 40-50 dolayında da hizmetler sektörü üretimidir.
Türkiye'de ise yıllardır neoliberalizm uğruna, tarım sektörü tabiri caizse adeta itip kakıldı.
Avrupa Birliği, kuruluşunun temeline dayanan ilk yıllarda bile kendi tarımını ve çiftçisini korumaya dayalı önlemler ile tarım ithalini yasaklayıcı önlemler almasına rağmen biz tarımdan kurtulma adına dayatmalarla birlikte "tarım cehaletini" uyguladık.
Türkiye kendi kendine yeten bir tarım ülkesiyken, çiftçiye, üreticiye öyle zulmettiler ki, artık domatesi bırak samanı bile ithal eder hale geldik.
Samsun iki tarafında Bafra ve Çarşamba ovalarıyla verimli bir tarım kentiydi bir zamanlar. Bafralı, Çarşambalı, Termeli üreticileri toprağa küstürdüler. Üretmez, üretemez olduk. Bir kilo soğana 20 lira verir olduk.
TÜİK'in son verilerine göre, tarımsal girdi enflasyonu ülkemizde yüzde 96 artmış durumda.
Yani çiftçi artık üretebilmek için gübreye, mazota, tohuma yüzde 96 oranında daha fazla para ödemek zorunda.
İnsanların refahı daha teknolojik buzdolabı, daha çok çamaşır yıkayabilen sessiz çamaşır makinasından veya daha iyi bankacılık hizmetinden geçiyorsa, daha güzel kokan domates, katkı maddesiz biber ve buğday kokusunu hissedebileceğiniz ekmekten da geçiyordu, bu gerçek unutuldu!
Tarım kesimini aşağılaya aşağılaya bu duruma düşürdük. Şimdi artık birçok şeyi ve o arada eti bile ithal eder duruma düştük.
Sonuç olarak üretmeden tüketiyoruz. Üstelik üretemediğimiz gibi ürettiğimizin oldukça üstünde bir tüketim eğilimimiz var. Bunun bir bölümü de gösteriş tüketiminden kaynaklanıyor. Biraz zenginleşen herkes marka peşine düşüyor.
Üretimdeki enflasyon ile girdi maliyetleri ve ürünün hakkı olan fiyatın verilmemesi devam ederse, çiftçi zarar eder.
Çiftçi para kazanamazsa ne olur; üretim yapamaz.
Biz de Karadeniz'e bakıp Ukrayna'dan gelecek gemileri bekler dururuz!