Mecit Ömür Öztürk'ün Dervişin Teselli Koleksiyonu kitaplarını okuyorum bu aralar. Üçüncü kitap çıkar çıkmaz aldım. Hatta çok sevdiğim birisine de hediye ettim. Altını çizerek okuduğum kitaplardan. İtikat sahibi kimselerin kendilerinden daha çok şeyler bulacağı, okurken ayrı bir zevk alacaklarını umuyorum.
Önceki gün sayfalar arasından şöyle bir cümlenin altını çizdim: "Bir şeyin doğması, büyümesi, çoğalması başka bir şeyin bozulup çürümesiyle olur."
Çok güzel bir tespitti. Zaten doğa da bu şekliyle yürümüyor mu? Çürümüş cesetler, kuruyan ağaçlar, dallar, hayvan ölüleri, toprağa karışan her bir cisim, çürüyüp, çözünüp, yeni bir şeye dönüşmüyor mu? Doğanın bu süreğenliği hayatın içine de sirayet eden bir durum değil mi? En büyük devrimler bir çürümeye karşı isyanın sonucu olmamış mı tarihte? Bugün, güzelliklerini yaşadığımız pek çok şeyin öncesi bir çürüme, bir kötülük veya bozulmuşluğun yansıması.
Peki, her çürüme bizleri güzelliğe kavuşturur mu? Ya da, güzelliğe kavuşmak için illa çürümenin olması gerekir mi?
Başta bizden önceki kuşak olmak üzere, içerisine bizim gibi 80ler ve 90ları yaşayanları da eklersek, geçmişe dair bir özlemin varlığını yadsıyamayız. Eski bayramların olmayışını, eski komşuluğu özlediğimizi, eski filmlerin daha güzel olduğunu, eski şarkıların daha anlamlı oluşunu hatta içtiğimiz suyun, yediğimiz ekmeğin tadının tuzunun eskiden çok daha güzel olduğunu konuşur da dururuz.
Bozulmanın fiziki etkilerini hepimiz yaşıyoruz zaten. Günlük rutinde karşılaşıyoruz. Eskisi gibi bahçeli evler yok, mahallelerde incir, erik, dut ağaçları kalmadı, sokakta oynayan çocuk yok artık, yediğimiz her şey çeşitlendi, her mevsim istediğimiz meyve ve sebzeye ulaşabiliyoruz ancak aynı tadı alamıyoruz, sinemanın tadı yok, eskisi gibi konserler, fuarlar, gezintiler maziden birer kare.
İşte bu maddi bozulma, ister istemez ruhumuzu da zedelemeye başladı. İnsanın dış dünya ile ilişkisi, bulunduğu "habitat" bütün ruhsal dengesini etkiler. O yüzden değil midir tatil ihtiyacımız? Başka yerleri görme hissimiz? Ormana, denize, toprağa kaçışımız...
Bugün kapalı mekanlarda saatlerce çalışan, site içerisindeki evinden bir asansör kabini ile yerin iki kat altındaki otoparka inen, arabasına binip yine iş yerine gelip, yerin iki kat altındaki otoparka giren, yine oradaki bir asansör kabinine binip çalışma odasına giden, bütün gün yine dört duvar arasında gününü harcayıp aynı kısır döngü içerisinde evine dönen ve dolayısıyla da duvarlar, kabinler, araçlar içerisinde yalnızlığını yaşayıp, hayvanat bahçesinde sergilenen bir hayvandan farkı kalmazcasına ömrünü tüketen bireyler haline gelmedik mi?
İşte bu hal; ruhumuzun ruhsuzluğa erişi, çürümenin de başlangıcı oldu aslında. Sevgi anlayışımız da değişti, dostluk ilişkilerimiz de. Okuma tercihlerimiz, müzik zevkimiz... Ruha hitap eden şeylerden uzak kalmak, bizleri salonun köşesinde duran saksıdaki bir herdemyeşile çevirdi ki onun bile yaşama telaşı bizden daha fazladır...
Peki bu çürümeye yüz tutma hali, bizleri kitapta geçen cümle gibi, daha iyisi için ileriye mi taşıyacak yoksa çürümenin yavaşlığı ve yaşamın her hücresine sirayeti ile alışılagelmiş bir hal mi alacak?
Bu durumdan çıkış yolunu kim bulacak?
Bugün eskiye nazaran algımızı değiştiren olaylar bütünü, daha düne kadar ağzımız açık, şaşkınlıkla karşıladığımız durumlar, en basitinden bir film sahnesinin, bir şarkı sözünün, bir gazete sayfasının hepimizi etkilediği ve eleştirdiği bir andan, normalleşmeye geçişin ve sıradanlaşmanın miladı neydi acaba?
Özlemini duyduğumuz hayatın, "var olmanın", hayata katkı sunmanın ve yaşadığını hissetmenin verdiği hazzı bulamayanlar olarak, çürümenin o kesif kokusunu hissetmeye başladık. Ancak kokuya öyle alıştık ki, günün sonunda şu meşhur kitabın hikayesindeki gibi, "Haliç'te yaşayan Simonlara" döndük.
Yapmamız gereken ne, öneri nedir, bu çürüme halinden nasıl uzaklaşırız ya da uzaklaşmamız gerekir mi, bilemiyorum, belki de doğanın akışkanlığına ayak uydurup, "insanın hasleti buymuş" diyecek ve yaşamaya güvenlikli sitelerimizde, çocuksuz sokaklarımızda, ağaçsız parklarımızda devam edeceğiz...
En güzel ağaçların, en koyu yeşilin, en sakin yerlerin ve güzel kuşların, börtü böceğin artık sadece mezarlıklarda olmasını da belki bu sayede anlayacağız...
Sevgi, saygıyla...