"Abi, bizi yazacaksan, isimsiz diye yaz. İsmimiz yok bizim."
23 Nisan'a 5 gün kaldı... Bu yazı da tam gününde değil, öncesinde yayımlanmak zorunda. Çünkü hem çifte bayram hem de pazar. Gazetelerin çıkmayacağı bir güne denk geldi. Her günün ayrı bir önemi, ayrı bir hatırası var öyle değil mi? Anneler Günü, Babalar Günü, Öğretmenler Günü, Kadınlar Günü, 23 Nisan, 19 Mayıs, bayramlar, festivaller, güzel günler...
Hepimizin en az birisi ile anısı vardır. İşte 23 Nisan'da da bu anıları tazelerken, bir yandan da çocukların gözünden nasıl göründüğünü konuşmak istedim. Ancak bu çocuklar, “bizim” çocuklardan biraz farklı. Aslında her gün gördüğümüz, görmekten öteye de gitmeyen, koskoca bir ülkenin, koskoca bir kentin tam ortasında gözlerimizi belki de kaçıra kaçıra yanından geçip gittiğimiz, bir yerde yemek yerken hemen yanı başımızda bitiveren, trafikte ışık beklerken camımızı tıklatan, hızlı hızlı işe yetişmeye çalışırken kenarda oturup, bir kaç lira için saatlerce bekleyen çocuklar.
Bu tarz işlerin her zaman arabesk bir yanı vardır. Hep işin "dram kısmını" arayıp bulmak, oradan hikayeler çıkarmak ve gerçekliği "acı" ile çevreleyip, özünden çıkarmak vardır bu işin haleti ruhiyesinde. Birazdan okuyacağınız satırlarda da bununla karşılaşmanız mümkün. Ancak burada, hikayeyi bulmak için özel bir çaba sarfedilmemiştir. Bunu yazarın bir dip notu değil, gerçek cümleleri olarak okuyabilirsiniz. Çünkü saf gerçeğin, dramatik süslemelere ihtiyacı yoktur.
Bu yazıyı hazırlama kararı alırken, yani 23 Nisan'ı çocukların gözüyle, onlarla sohbet ederek, onların istekleri ve dilekleri ile yorumlamak geçmişti içimden. Ve sözü de çocukluğunu, "çocukluk" harici her şey ile geçirenlere bırakmak istemiştim.
GÜVENSİZLİK, KORKU, ÖTEKİLEŞTİRME
Biraz bundan bahsetmek gerek hiç değilse. Bu yazıda -hepsinin de izni ile- ismi geçen çocuklara ulaşmak hem kolay hem de çok zor oldu. Kolay, çünkü hepsiyle hemen hemen her gün karşı karşıyayız... Zor oldu, çünkü içlerindeki güvensizlik, ötekileştirilme hissi, korku, yalnızlaşma, onlara ulaşmamda büyük sorun yarattı. Basit bir 'merhaba'yı ya da 'nasılsın' sorusunu o kadar şaşkınlıkla karşıladı ki hepsi, kendimi dünya dışından gelen bir varlık gibi hissetmeme neden oldu. Belki de bizlerin günlük hayatta kullandığı ve yine bizler için "normal" sayılan dil, sokaktaki çocuklar için, hele ki mülteci, dezavantajlı, farklı giyim ve şivedeki çocuklar için birer korku ögesi haline gelmiş. İsmini söylemekten, okuduğu okul hakkında bilgi vermekten, derslerinin bile nasıl olduğunu sorduğumda cevap vermekten çekinen, klasik bir çocukluk sorusu olan, "büyüyünce ne olacaksın" lafından bile bin bir şüphe duyan çocuklar yaratmışız...
İşte tüm bunların arasında, bunca hengamede, çocuklara birkaç soru sormak istedim. Biraz sohbet, biraz onları tanıma çabası, biraz onlarla olmanın mutluluğu ve açıkçası çokça da merak ile geçen birkaç günün özeti şimdi başlıyor:
***
"Abi, bizi yazacaksan, isimsiz diye yaz. İsmimiz yok bizim."
Cumhuriyet Meydanı ile Bandırma Heykeli arasındaki uzunca cadde. Tekkeköy, Atakum minibüslerinin kalkış ve varış noktası. Tramvayın en yoğun olduğu durak. Şehri ziyarete gelen turistlerin uğrak yeri. Her gün belki de on binlerce insanın adımladığı yer.
TÜTÜN YOLU’NDA MİNİK BİR ÇETE
Elanur. 14 yaşında. Yanında Hacer, Kardelen, Poyraz ve ismini söylemekten çekinen masmavi gözlü kız. Dışarıdan bakınca minik bir çete. Nöbetleşe ellerindeki mavi melodikayı çalıyorlar. Yorulan, sırasını diğer arkadaşına veriyor. Şarkısını çalan, geçip arkada çimenlerin arasında oturuyor. Gülüyor, sohbet ediyor, kimi zaman bir simit alıp bölüşüyor, kimi zaman da sanki şehre yeni gelmiş bir yabancı gibi, etrafı gözlüyor. Yaklaşık 20 dakika bu minik çeteyi izledim. Biraz da çekinerek gittim yanlarına. Önce bir selamlaşma faslı. Sohbet... “Nasılsınız çocuklar” sorusunun yarattığı tedirginliği hissettim. Kendimi tanıttım. Sohbet etmek istediğimi söyledim. Hatta konuyu direkt olarak açtım: 23 Nisan.
Tabii 23 Nisan lafını duyar duymaz, her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Kimisi mutluluk cümleleri kurarken, kimisi belki de boyunu aşan cümleleri sıraladı.
Tek bir soruyla başladık sohbete: "23 Nisan sizin için ne anlam ifade ediyor?"
Ekibin lideri ve tek erkek üyesi Poyraz. 10 yaşında. İlkokula gidiyor. Bir yandan elindeki süt simidi yerken, diğer yandan beni kesiyor: "Sen şimdi niye soruyorsun ki bunu, ne yapacaksın?" diyor. Kısaca anlatıyorum. Çocuklarla 23 Nisan'ı konuşmak istediğimi ancak her çocukla değil, "çalışan" çocuklarla bunu yapmak istediğimi söylüyorum. Sohbet etmeyi kabul ediyor. Ancak bir sorunumuz var. Kimse fotoğraf çektirmek istemiyor. Sebebini soruyorum. Cevabı Elanur veriyor: "Bize dilenci diyorlar, insan yerine koymuyorlar. Bir yerde fotoğrafımız çıkacak olursa, bizimle dalga geçiyorlar. Okulda herkes bize dilenci diyor."
KALABALIĞIN DUYMADIĞI EZGİLER
Biraz anlatmaya, onları ikna etmeye, yaptıklarının ne suç, ne ayıp ne de kötü bir şey olduğunu söylemeye çalışıyorum. Çalışıyorum ancak, onların yaşadıklarını, hislerini, neyi tecrübe ettiklerini bilememek de zorluyor beni. En sonunda birbirimiz ikna ediyoruz ve fotoğraf çekinme konusunu çözüyoruz. Tabi ki bunun karşılığında da melodikalarını bir kez de benim için çalıyorlar, ben de bu kez sadece benim için çalınan ezgiyi karşılıksız bırakmıyorum. Sonuçta ortada çocukların bir emeği var.
Sohbet derinleşiyor. Poyraz gözlüklerimi beğeniyor. İstiyor da hatta... Beni ikna edemiyor tabii ki. Sonra, çantamdaki kalemleri beğendiğini söylüyor. Baktım iş başka isteklere doğru gidiyor, bir kalem ve tost karşılığı anlaşıyoruz.
O sırada, ekipten birisi melodikayı alıp, bu zamana kadar hiç duymadığım bir melodiyi dinletiyor bize. Ancak işin ilginç ve güzel yanı, kendisinin de bunun bilinen bir melodi olmadığının farkında olması. Yapılan, melodikayı üfleyip, rastgele tuşlara basarak, çok da kulağı rahatsız etmeyen, bilinmeyen, hafızada kalmayan, bir kez daha çal dediğinde, çalamayacağını bildiği melodiyi aralıksız sürdürüyor. Her koşulda, onca kalabalığın arasında, kornaların, seyyar satıcıların seslerinin karıştığı bir ortamda, boşluğa uzanan bilinmez bir ezginin olması bile insanı mutlu ediyor.
Ve sorumuza dönüyoruz: “23 Nisan sizin için ne ifade ediyor?”
Hacer: “Benim için mutluluk demek. Ben mutlu oluyorum. O gün herkesi mutlu olarak görüyorum. Tüm gün oyun oynamak geçiyor içimden.”
Elanur: “Benim ide mutluluk demek geliyor içimden ama o gün biz yine burada olacağız ve çalışacağız. Çalışmadan olur mu hiç?”
Kardelen: “Atatürk'ün bize verdiği bayram. Bize hediye etmiş. Biz de mutlu olmalıyız.”
Poyraz: “Benim için aynı. Diğer günlerden farksız gibi. Ama o gün daha çok oyun oynamak isterdim.”
‘BİZİMLE ALAY ETMESİNLER, YETER’
Sohbet güzel gidiyor. Onlar bana güveniyor, ben onlara ısınıyorum. Sohbet sohbeti açıyor. Konudan uzaklaşıyoruz sürekli. Ama bir yolunu bulup, ikinci soruyu sormayı başarıyorum. Bu arada dikkatimiz sürekli dağılıyor. Çünkü kimse yerinde duramıyor. Belki de benimle geçirdikleri vaktin bir kayıp olduğu hissi var içlerinde. Çünkü her geçen zaman, melodikanın sustuğu her an, aslında kazanacakları bir kaç liranın ellerinden, avuçlarından kayıp gitmesi... Çok da bunaltmadan, "23 Nisan günü ne yapmak isterdiniz, örneğin ne yemek isterdiniz, nerede oyun oynamak isterdiniz" diyorum. Ve yine bir curcuna içerisinde cevaplar geliyor:
Hacer: “Güzel bir lokantada yemek yemek isterdim. Hepimizle ama. Tek değil. Hatta çok çocuk olsun isterdim. Herkes istediğini yesin.”
Elanur: “Ben hamburger yemek isterdim. Hamburgeri seviyorum. Ve o gün hep oyun oynamak isterdim. Çalışmak istemezdim.”
Kardelen: “Abur cubur yemek isterdim. Çikolata, cips, kola...”
Poyraz: “Ben her zaman bir şeyler yemek isterdim.” (Zaten elinde simit varken, benimle tost pazarlığına da girmişti)
Yeme-içme, oyun faslından sonra yine konu konuyu açıyor ve çocukların aslında üzerine basa basa söylemek istedikleri, belki de ellerinde olsa kocaman bir pankart açıp arkalarında dursun istedikleri, her geçenin gözünün içine sokmak istedikleri, konuşarak, bağırarak, çağırarak herkesin duymasını sağlamak istedikleri şeye geliyor konu: "Biz dilenci değiliz, bizimle alay etmesinler, kötü bir şey yapmıyoruz"
“KARDELEN HEMŞİRE, LÜTFEN DANIŞMAYA”
En çok da Hacer söylüyor bunu. İçlerinde yaşı diğerlerine nazaran büyük olan da o. "Biz kötü bir şey yapmıyoruz ki abi. Ama burada bazen okuldan arkadaşlarımızı görüyoruz. Bizimle okula gittiğimiz zaman dalga geçiyorlar. Bize dilenci diyorlar. Biz ne yapıyoruz? İnsan mı öldürdük? Korkuyoruz. Okulda korkuyoruz, burada korkuyoruz. Bize kötü insamışız gibi bakıyorlar. Oysa ki biz okul ihtiyaçlarımız için, ailemize katkı için, harçlığımızı çıkarmak için buradayız. Kötü bir şey yapmıyoruz."
Sonra, yanlarına oturup, başka şeyler sormaya başlıyorum. Klasik sorudur çocuklarla: "Büyüyünce ne olacaksın?"
Kardelen hiç düşünmeden veriyor cevabı: "Hemşire"
Öyle güzel söylüyor ki, ben de onu destekliyorum. "Hemşire Kardelen hanım, hemşire Kardelen hanım, lütfen danışmaya"
Gülüyoruz hep birlikte. Hacer, "doktor" olmak istediğini söylüyor. Poyraz'ın ise kafası karışık. Birçok meslek var kafasında. Birisinde karar kılacaktır muhtemelen.
Yaklaşık 40 dakikamızı birlikte geçiriyoruz. Sohbetimizi sonlandırıyoruz. Poyraz'a kocaman sarılıyorum, saçlarını okşuyorum. Birlikte fotoğraf çekiniyoruz. Aklı fikri hala gözlüklerimde... Hacer ile, Elanur ile, Kardelen ile son zamanların Covid mirası olan "yumruklarla" tokalaşıyoruz.
Ben tramvaya binmek için onları arkamda bırakırken, Hacer yine yerini alıyor ve yine bilmediği bir melodiyi çalmaya başlıyor. Onlar fark etmeden biraz daha izliyorum. Kör bir kalabalığın içinde, Hacer'in, Elanur'un, Kardelen'in, Poyraz'ın kimse için bir anlam ifade etmeyen ama benim için onların çığlığı yerine geçen melodiyi biraz daha dinliyorum...
***
“KİMSE BENİMLE SOHBET ETMEDİ”
Ve Mihre geldi. Mihre'yi aylardır bekliyoruz. Çok sevdiğim arkadaşım Aynur'un kızı. Doğdu... Sağlıkla, mutlulukla büyüsün, nice güzel yılları olsun. Hastanedeyiz. Çay, kahve faslı bitti, dışarıya motoruma binmek üzereyken Muhammed geldi yanıma. Elinde "selpak" ile... Bir tane aldım. Ama öncesinde aramızda bir anlaşma yaptık. Benimle sohbet etmesini istedim, gerçi sohbet etmek istemezse de yine de mendili alacağımı söyledim kendisine. O da kabul etti bu durumu. Ve başladık...
Tıpkı Poyraz'a, Kardelen'e, Elanur'a sorduğum gibi, ona da sordum aynı soruları. Ama Muhammed ile başka bir durumumuz oluştu. Konuyu biraz açmamız gerekti. Muhammed, 11 yaşında. Suriyeli bir sığınmacı. Ailesi ile birlikte çok küçük yaşta savaştan kaçarak gelmiş. Aynı zamanda ilkokul öğrencisi. Okul harici zamanlarda mendil satıyor. Babası hasta. Ailesinin buna ihtiyacı var. Öncelikle 23 Nisan'ı soruyorum, bilip bilmediğini anlamak istiyorum, sonrasında da Suriye'de böyle bir bayramın var olup olmadığını hiç değilse çocuklarla ilgili bir şeylerin olup olmadığını soruyorum. Muhammed, 23 Nisan’ı Türkiye'de, okuldayken öğrenmiş, çok da sevmiş. Bir çocuk bayramının olmasından dolayı mutlu. Biraz daha anlatmaya çalışıyorum ona... Detay veriyorum. Mutlu oluyor. Tabii ki sohbetin de bir tedirginliği var üzerinde. Çünkü kendisi diyor: "Kimse benimle sohbet etmezdi."
TEK DİLEK HAKKI, BABASI...
"23 Nisan günü ne yapmak istersin?" diyorum, "Arkadaşlarım bana kötü davranmasın, bana dilenci demesin yeter" diyor. Aslında, bizlerin sokakta, evde, işte kullandığımız dilin, sığınmacılara, ötekileştirilenlere, dezavantajlılara karşı önyargımız dönüp dolaşıp dünyanın en masumlarına; çocuklara, hele ki savaştan, açlıktan, yoksulluktan kaçıp gelen çocuklara kırıcı bir şekilde dönüyor.
Muhammed ile de bir fotoğraf tartışmasına giriyoruz. İkna olmamasının tek sebebi de bu. "Arkadaşlarım benimle alay ediyor, ben dilenci değilim" diyor. Ona, yaptığının utanılacak değil aksine gurur duyulacak bir şey olduğunu, küçükken benim de zaman zaman çalıştığımı hatta elimde tepsiyle "atom" sattığımı, kendi çocuklarımın olduğunu, onların da yaşıtı olduğunu anlatınca, orta yolu buluyoruz ve sohbetin sonunda "selfi" bile çekiniyoruz.
Muhammed'e, "23 Nisan'da ne yapmak isterdin?" diye soruyorum: "Lunaparka gitmek isterdim ama çok da istemezdim, çalışırdım, çünkü babam hasta, babama yardım etmem gerekiyor" diyor.
"Peki, 23 Nisan'da bir dilek hakkın olsaydı, ne olurdu?" diyorum... Cevap, bir çocuğun basit isteklerinin ötesine geçiyor. Lunapark, abur cubur, hamburger, bisiklet... Hepsi birer önemsiz detay olarak kalıyor bir köşede: "Babamın iyileşmesini isterdim"
Muhammed ile sohbetimiz dakikalarca sürdü, iş artık bir 23 Nisan sohbetinden çıktı, başka bir noktaya geldi. Artık soru soran durumdan, yaptığı şeyin nasıl gurur duyulacak ve utanılacak bir şey olmadığı, arkadaşlarının ona karşı tavrının aslında bir "çocukluk" olduğunu, bunun farkında olmadıklarını ve üzülmemesi gerektiğini anlatan ve bu konuda ikna etmeye çalışan bir duruma evrildi. Sohbetin sonunda, yaptığımız anlaşmaya sadık kalarak, mendilimi satın alıyorum ve Muhammed'e derslerinde başarılar dileyerek yanından ayrılıyorum. Ve tabii ki birlikte fotoğraf çekinmeyi ihmal etmiyoruz.
***
YOLUMUZUN ÜZERİNDEKİ HAYATLAR
Aslında hikaye şurada başlıyor ve bitiyor: "Abi, bizim ismimiz yok, isimsiziz biz"
Görüşmelere devam ettiğim, oturup yanında sohbet ettiğim çok çocuk daha oldu. Kimisi kağıt topluyordu, kimisi çay ocağında çay dağıtıyordu, kimisi boya sandığını omuzlamış gezelerken, kimisi de masa masa dolaşıp para istiyordu. Bu süreçte, sadece konuşmayı ve fotoğraf çekinmeyi kabul edenlere bu sayfayı ayırma şansım oldu. Diğerleri ise benim hafızamda, anılarımın arasında kalacak. Ancak sadece bir anı olmaktan öte, gerçeklik diye yaşadığımız hayatın aslında bir çok alt metnine, yediğimize içtiğimize, izlediğimize, okuduğumuza, şarkılarımıza, mutluluğumuza, hüznümüze hatta ve hatta yolda yürüyüşümüze etki edecek hikayelerdi hepsi...
Ve 23 Nisan'a sayılı günler kaldı... Bir gün lunaparktaki tüm oyuncakların babası olmayan, parası olmayan çocuklar için de çalışacağı günlerin, her çocuğun sağlıklı beslendiği, ötekileştirmeye, zorbalığa maruz kalmadığı, aynı eğitimi alıp, aynı sınava girdiği, kendisini hayatın bir parçası, önemli bir detayı hissettiği, çocuk olmayı, çocukluğu yaşamayı hak ettiği bir dünyayı düşleyerek, bu kısacık hikayelerin bir parça da olsa yolumuzun üzerindeki hayatlara dokunması dileğiyle...
Muhammed'e, Kardelen'e, Poyraz'a, Hacer'e, Elanur'a ve ismini söylemeyen mavi gözlü miniğe sevgiyle...