İstanbul Cağaloğlu’nda bir bina var, heybetli mi heybetli, sanki kartal yuvası. O günün Babı Ali’sine hükmedercesine tepeden bakar. Şimdinin İstanbul Erkek Lisesi olan bina o günlerde Düyun-u Umumi binasıdır. Şimdiki İstanbul Valiliği de o günlerin Babı Ali’si yani hükümet merkezidir. Alacaklı borçlusuna tepeden bakmaktadır. Yani bugünün siyasetinde çok kullanılan bir ifadeyle borç alanlar borç verenlerden emir almaktadır.
“Emir almak” her Türk’ün zoruna gider ama ne yazık ki Osmanlı’nın son dönem acı gerçeklerinin başında bu gelmektedir. Vergi gelirleri alacaklılara temlik edilmiştir. Parayı veren emri de vermektedir. Osmanlı gümrük vergilerini artıramaz, Osmanlı kendi ülkesindeki yabancıları, yabancıları bırakınız bir kenara, onların himayesindekileri kendi başına yargılayamaz. Sadece mali değildir Avrupalının Osmanlı ülkesindeki kapitülasyon hakları aynı zamanda idari ve yargısaldır.
Cumhuriyet ilan edildiğinde Reji İdaresi’nin jandarma yetkisine sahip kolcuları ve kolcuların elinde en az 20 bin Müslüman Türk’ün kanı vardır. Tütünün ekildiği toprak bizimdir, eken eller, akıtılan terler, harcanan emekler bizimdir ama söz ve kazanç elin Fransız’ınındır.
Cumhuriyet ilan edildiğinde yapılan demiryolları ve kurulan fabrikalar aynı zamanda bir “modernleşme projesidir.” Ben demiyorum, bir zamanların ulaştırma bakanı, başbakanı olan ve AK Parti iktidarının önemli ismi Sayın Binali Yıldırım söylüyor. 18 Aralık 2008’de düzenlenen “Cumhuriyet Döneminde Demiryolları Sempozyumu” açış konuşmasında şunları söylüyor:
“Demiryolları, gar gazinolarıyla, bahçe düzenlemeleriyle, sinema trenleriyle, kısım hekimlikleriyle, demiryolcuların giyim kuşam ve davranışlarıyla bir modernleşme projesi olarak da ele alınmıştır.”
Cumhuriyet Osmanlı’dan “yorgun, yoksul ve hasta bir nesil” devralmıştır. Dün yazmıştım, veremin, sıtmanın, frenginin ortalığı kasıp kavurduğunu. Kurtuluş Savaşı’nda askerlerimizin yüzde kırkı sıtmalıdır. 1920 yılında Güneydoğu Anadolu’da 3 milyon trahomlu bulunduğu tahmin ediliyor. Siz o yıllarda Adıyaman’a “körler ülkesi” denildiğini bilir misiniz?
Cumhuriyetin devraldığı mirasta 32’si azınlıklara ve/veya yabancılara ait olmak üzere 86 hastane vardır. Bu hastanelerdeki toplam yatak sayısı 6 bin 437, doktor sayısı 554, eczacı sayısı 69, sağlık memuru sayısı 560, ebe sayısı 136’dır. Hemşire mi dediniz, onu da söyleyelim, 1923 Türkiye’sinde sadece ve sadece 4 hemşire vardır. Doktorların, eczacıların, sağlık memurlarının, ebelerin büyük kısmının yabancı yahut azınlık hastanelerinin yabancı elemanları olduğunu da unutmamak lazım.
Cumhuriyet 1935’e gelindiğinde hastane sayısını 176’ya, hasta yatağı sayısını 13 bin 38’e, doktor sayısını bin 625’e, eczacı sayısını 135’e, sağlık memuru sayısını bin 365’, ebe sayısını 455’e, hemşire sayısını da 325’e çıkartmıştır.
21. asırda akıl almaz bir kararla kapatılan Merkez Hıfzısıhha Kurumu kurulmuş, bu kurum kısa sürede dünya ölçülerine erişerek 1939’da Çin’e bir milyon kolera aşısı ihraç edebilmiştir.
Cumhuriyet’i anlatmak böyle bir iki günlük yazılarla olacak iş değil. Meraklısı isterse günümüzde her türlü bilgiye ulaşmak ve doğruyu bulmak oldukça kolaydır. Yeter ki Cumhuriyet’i eleştirmek iyi bir niyete dayansın ve yeter ki bir takım art niyetlerden beslenmesin…
Cumhuriyet, Mustafa Kemal Atatürk’ün ifadesiyle “kimsesizlerin kimsesidir.”
Milletimizin Cumhuriyet’i ve onun 99’uncu kuruluş yıl dönümü kutlu olsun.